SSCB’nin 1991’de dağılması, dünyadaki iki kutuplu yapıyı sonlandırmıştır. Türkiye bu dönemde bir yandan mevcut sorunlarını çözmeye çalışırken bir yandan da oluşan yeni siyasi koşullara göre politika- lar geliştirmeye çalışmıştır. Bu politikalar doğrultusunda AB’ye üyelik sürecine dair adımlar atmış, ba- ğımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerini geliştirmiş ve Balkan coğrafyasında yeni kuru- lan devletlerle sıcak ilişkiler kurmaya çalışmıştır. Ancak Türkiye, 11 Eylül saldırıları sonrasında ABD’nin uyguladığı Orta Doğu politikalarından kaynaklanan siyasi, sosyal ve ekonomik sorunlarla karşılaşmıştır.

Bulgaristan’daki Türkler ve Türkiye-Bulgaristan İlişkileri

1991’de Soğuk Savaş Dönemi’nin sona ermesi, Türkiye’nin dış politikasında da kendini hissettirdi. Türkiye, özellikle Balkan ülkelerinde meydana gelen değişikliklerle yeni bir dış politika izlemeye başladı. Bu süreçte Balkan ülkeleri arasında en fazla Türk nüfusuna sahip olan Bulgaristan’da yaşayan Türklerin durumlarında değişiklikler yaşanmaya başladı. Bulga- ristan, Theodor Jivkov’un iktidarı döneminde Türk azın- lığa uygulanan asimilasyon politikası ve 1984-1985 yıllarındaki zorla isim değiştirme politikası ile zirveye çıktı. Bu politika ile Türkler zorla Bulgarlaştırma süre- cine tabi tutuldu. Türk gazetelerinin yayımlanmasına ve Bulgar radyosundaki Türkçe yayınlara son verildi. Türkçenin konuşma dili olarak kullanılması yasaklandı. İbadet yasaklandı ve camiler kapatıldı. Bulgaristan’da- ki Türklerin yaşadıkları karşısında Türkiye ve dünya kamuoyundan gelen tepkiler üzerine Bulgaristan, sı- nırlarını açarak Türklerin göç etmesine izin vermek zorunda kaldı (Görsel 5.21). Sonuç itibarıyla II. Dünya Savaşı’ndan itibaren dünya tarihinde, ilk kez bu kadar büyük bir göç yaşandı ve 320 bin kadar Bulgaristan Türkü, Türkiye’ye yerleşti. 29 Aralık 1989’da Teodor Jivkov rejiminin sona erme- sinden sonra Bulgar yönetimi Türk azınlığa haklarını geri verdi.

1991’de Bulgaristan’da hükûmeti kuran Demokratik Güç- ler Birliği (DGB) ile Türkleri temsil eden Hak ve Özgürlükler Hareketi arasındaki anlaşmazlık Bulgaristan’da krize neden oldu. Bunun üzerine Türkiye’ye göç yeniden başladı. Bulga- ristan’ın vatandaşlarına vizesiz dolaşım hakkı tanımasından sonra Bulgaristan Türkleri, Türkiye ve Avrupa ülkelerine iş aramak için gitti. Özellikle 1993-1996 yılları arasında Türki- ye’ye ekonomik sebeplerle göçler yaşandı.

Türkiye’nin Türk Cumhuriyetleri, Kafkaslar, Balkanlar ve Orta Doğu Politikaları

1990 sonrası Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın dağılması Türkiye’nin Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’ya yönelik siyasi ve iktisadi politikalarını etkilemiştir. Balkan ve Kafkasya coğrafyasında kurulan yeni devletlerde yaşanan etnik ve dinî çatışmalar da Türk dış politikası üzerinde etkili olmuştur. Bu dö- nem Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya üzerinde yeni açılımların yaşandığı dönem olurken Orta Doğu’da yaşanan Körfez savaşları Türkiye’yi önemli güvenlik riskleri ile karşı karşıya bırakmıştır.

Türk Cumhuriyetleri

Türkiye, 1991 yılının sonunda Orta Asya’da bağımsızlıklarını ka- zanan Türk Cumhuriyetleri’ni tanıyarak onlarla sıkı diplomatik ilişkiler içerisine girdi. 1992’de Türk İş Birliği Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) ve Dış Ekonomik İlişkiler Kurulunu (DEİK) kurdu. Hava yolu seferleri, uydu yayınları ve eğitim bursları vasıtasıyla bölge ülkeleriy- le siyasi, ekonomik ve sosyal ilişkilerini geliştirmeye çalıştı. Böylece bölgede siyasi nüfuz elde etmek ve Türk Cumhuriyetleri için model olmak istedi. Türkiye’nin iç siyasetinde kendini göstermeye başlayan “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası” ve “21. yüzyılın Türk yüzyılı olacağı”na dair söylemler Rusya ve İran’ı rahatsız etti. 1992’de gerçek- leşen Türkçe Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Zirvesi’nde Türkiye’nin bölge için düşündüğü politikalar planlandığı gibi yürütülemedi. Ayrıca Türkiye’nin Türk dünyasının faaliyetlerini ortak bir noktada topla- yacak devletler üstü bir mekanizmanın oluşturulmasına yönelik önerisi, bağımsızlıklarını yeni kazanan bu devletler tarafından olumlu karşılanmadı. Türkiye, 1995-2001 yılları arasında Orta Asya’da Rusya ve Çin’in kazanımlarını da dikkate alan politikalar ortaya koydu. Türkiye’nin Orta Asya üzerindeki en önemli kazanımı, Hazar Havzası’ndaki enerji kaynaklarının dünya pazarlarına ulaştırılması konusunda oldu.

2000’li yıllarda Türkiye’nin Kafkasya ve Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerinde olumlu gelişmeler yaşan- mıştır. 2013 yılı verilerine göre Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ticaret hacmi 9,3 milyar doları bulmuş, Türk şirketlerinin bölgedeki yatırımları 3,5 milyar doları aşmıştır. Bölgede 2 bine yakın Türk firması faaliyette bulunmaktadır. Ayrıca Türk Cumhuriyetleri’nde demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları alanla- rında atılacak adımlar Türkiye tarafından teşvik edilmektedir.

Türkiye, Türk Cumhuriyetleri’ndeki öğrenciler için Türkiye Bursları adı altında geniş bir burs progra- mı yürütmektedir. Türk Cumhuriyetleri’nde Millî Eğitim Bakanlığına bağlı Türk okulları mevcuttur. Kaza- kistan’da Türk-Kazak Uluslararası Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi ve Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi bunlar arasındadır (Görsel 5.23). Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkileri kültür ve eğitim alanlarında da hızla gelişmiştir.

Kafkasya

SSCB’nin dağılmasıyla Kafkasya bölgesinde Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’ın bağımsızlıkla- rını kazandığı dönemlerde Türk dış politikası iki önceliğe göre şekillenmiştir. Bunlardan ilki bölge ülkele- rinin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü desteklemek, ikincisi ise Hazar Havzası enerji kaynaklarının üretim ve taşınmasında rol almaktır.

Türkiye Cumhuriyeti 1991’de, 71 yıl sonra bağımsızlığını yeniden kazanan Azerbaycan Cumhuri- yeti’ni kardeşlik ilişkilerinin sonucu olarak 10 Kasım 1991 tarihinde tanıyan ilk ülke olmuştur. Türkiye, ilk andan itibaren ortaklık ilişkilerini geliştirmek, Azerbaycan’ın bağımsızlık ve egemenliğini pekiştirmek ve Hazar Denizi’ndeki doğal kaynaklarından gelen ekonomik potansiyelini hayata geçirmek istemiştir. Türkiye, Azerbaycan’ın güçlenmesi ve uluslararası alanda hak ettiği saygın konuma gelmesi için her türlü desteği vermiş; Azerbaycan’ın önderi Haydar Aliyev (Görsel 5.24), bu dayanışmayı “Bir millet, iki devlet” sözüyle dile getirmiştir.

Türkiye, Azerbaycan’ın en önemli dış politika konusu olan Yukarı Karabağ sorununun en başın- dan itibaren yakın takipçisi olmuş, Azerbaycan’ın haklılığını uluslararası alanda ve ikili görüşmelerde gündeme getirmeye çalışmıştır. Ekonomik alanda her geçen yıl daha fazla gelişip güçlenen ikili ilişkiler, Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı ve Bakü-Tif- lis-Erzurum Doğal Gaz Boru Hattı projeleriyle farklı bir boyut kazanmıştır. İki ülkenin karşılıklı yatırımları önemli rakamlara ulaşmıştır. SOCAR (Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi), 25 Ekim 2011’de İzmir Aliağa Petkim’de 5 milyar dolarlık bir yatırım gerçekleştirmiştir. Türkiye, Azerbaycan’da petrol dışı sektörlere en fazla yatırım yapan ülke olmuştur. Tür- kiye ve Azerbaycan; Hazar Denizi bölgesinden çı- karılan doğal gazın Azerbaycan, Gürcistan, Türkiye, Bulgaristan, Macaristan, Romanya ve Avusturya’dan Avrupa ülkelerine naklini öngören Nabucco Projesi’ni planlamış fakat hayata geçirememiştir. Trans Anado- lu Doğal Gaz Boru Hattı Projesi ve TANAP Projesi’nin amacı, Azerbaycan’ın Hazar Denizi’ndeki Şahdeniz 2 Gaz Sahası’nda ve Hazar Denizi’nin güneyindeki diğer sahalarda üretilen doğal gazın öncelikle Türkiye’ye, ardından Avrupa’ya taşınmasıdır. Askerî alanda iş birliği, 16 Ağustos 2010’da imzalanan stratejik ortaklık ve karşılıklı yardımla ilgili anlaşmadan sonra yeni bir aşamaya geçmiştir. Eğitim alanında yapılan iş birliğiyle çok sayıda Azerbaycanlı öğrenci, Türkiye Cumhuriyeti’nin çeşitli eğitim kurumlarında öğrenim görmeye başlamıştır.

Türkiye-Gürcistan ilişkileri bağımsızlık, toprak bütünlüğü ve iktisadi iş birliği konularında yoğunlaşmış- tır. 16 Aralık 1991’de Gürcistan’ın bağımsızlığını tanıyan Türkiye, komşusuna verdiği desteklerden dolayı Gürcistan kamuoyunda müttefik ülke konumuna yükselmiştir. İki ülke arasında diplomatik ilişkilerin kurul- masını öngören protokol 21 Mayıs 1992’de Türk Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin ile Gürcü mevkidaşı Alek- sandre Chikvaidze (Aleksandır Çikvadze) tarafından hazırlanmıştır. Abhazya ve Güney Osetya sorunu ile ülkedeki istikrarsızlık, ilişkilerin durgunlaşmasına yol açmıştır. 29 Ekim 1998’de Azerbaycan, Kazakistan, Türkiye, Özbekistan ve Gürcistan “Ankara Deklarasyonu”nu imzalamıştır. Deklarasyon, petrol ve doğal gaz kaynaklarının aranması, çıkarılması ve boru hatlarıyla güvenli bir biçimde dünya piyasalarına taşın- masını içermektedir (Harita 5.6). Türkiye ve Gürcistan cumhurbaşkanları “Kafkasya Zirvesi” çerçevesinde 29 Nisan 2002’de Trabzon’da bir araya gelmiştir. Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’in de katıldığı zirvenin gündemini enerji ve ulaştırma projeleri ile terörle mücadele alanında iş birliği oluşturmuştur. Tür- kiye, 2008’deki Rusya-Gürcistan Savaşı’nda müttefiki ABD askerî gemilerinin geçişinde 1936 Montreux Boğazlar Sözleşmesi’ni uygulamıştır. Türkiye, savaş döneminde ve sonrasında Gürcistan’ın toprak bütünlüğüne ve egemenliğine saygı duyulmasından yana bir tavır sergilemiştir.

Türkiye, Ermenistan’ın bağımsızlığını 16 Aralık 1991’de tanımış, ardından ciddi ekonomik problem- ler yaşayan bu ülkeye insani yardımda bulunmuştur. Ermenistan’ın bölgesel kuruluşlar, uluslararası top- lum ve Batılı kurumlarla bütünleşmesi yönünde çaba harcamıştır. Bu çerçevede Ermenistan’ı, Karadeniz Ekonomik İş Birliği Örgütüne (KEİ) kurucu üye olarak davet etmiştir. Ermenistan’ın 1993’te Azerbaycan’ın Kelbecer bölgesini işgal etmesi üzerine Türkiye’den Ermenistan’a doğrudan ticaret sona erdirilmiş, iki ülke arasındaki sınır kapatılarak kara, demir ve hava yolu bağlantıları kesilmiştir. 1915 olaylarının devamlı ön planda tutulması nedeniyle ikili ilişkilerin gelişmesi için uygun koşullar oluşmamıştır.

Hocalı Katliamı: 26 Şubat 1992’de Rus askerleri ta- rafından desteklenen Ermeni güçlerinin Hocalı’da yaptığı katliamda 106’sı kadın, 63’ü çocuk, 70’i yaşlı ve 374’ü erkek ol- mak üzere toplam 613 kişi katledilmiştir. Hocalı Katliamı ile 1 milyon Azerbaycan Türkü işgal edilen topraklardan göç et- mek durumunda kalmıştır. Üzerinden yıl- lar geçmesine rağmen bu topraklar hâlen işgal altındadır.

Balkanlar

Soğuk Savaş Dönemi’nin sona ermesi ve 1991’de Yugoslavya’nın dağılması ile “Balkanlaşma süre- ci” (bölünme, parçalara ayrılma) hız kazanmıştır. Yugoslavya’nın dağılma sürecinde sorunların barışçı yollardan çözümünün taraftarı olan Türkiye, 1992’de bağımsızlığını ilan eden altı devleti tanımıştır. Aynı dönemde SSCB’nin dağılması bölgede Rus nüfuzunun kırılmasına ve bir güç boşluğuna sebep olmuştur. Türkiye bu dönemde bölge devletleriyle yakın ilişkiler içerisinde olmayı istemiştir. 2000’li yıllarda Türkiye’nin Balkanlarda barış ve istikrar sağlanmasına ve büyük güçlerin bölgeye nüfuzunun sınırlandırılmasına yönelik politikaları ön plana çıkmıştır. Komşularla sıfır sorun politikası, Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak birden fazla bölgede etkin bir aktör olması fikrine dayanmıştır.

Türkiye,1991’de bağımsızlığını ilan eden Makedonya’yı tanıyan ilk devletlerden biri olmuş ve Ma- kedonya ile olumlu ilişkiler geliştirmiştir. Makedonya’da Türksat uydusu yayına girmiş ve Türk televiz- yonları rahatlıkla takip edilebilir hâle gelmiştir. Makedonya ve Türkiye ilişkileri uyumlu bir şekilde devam etmektedir.

1990’lı yıllarda Türk-Yunan ilişkilerinde müftülük sorunu, Batı Trakya Türklerinin lideri Sadık Ahmet’in yargılanması ve seçim yasasında yapılan değişiklikle Türklerin milletvekili çıkarmasının engellenmesi gibi sorunlar yaşanmıştır. 1990’lı yıllar boyunca Yunanistan, Batı Trakya politikası nedeniyle başta AB olmak üzere farklı platformlarda eleştirilere uğramıştır. Yunanistan, Türkiye’nin AB ile görüşmelerinin önemli bir bölümünde sürece etki etmiştir. 1996 yılı başında yaşanan Kardak sorunu da ikili ilişkileri olumsuz etkilemiştir. Yunanistan’ın Kardak Kayalıkları’na kendi bayrağını dikmesi üzerine Başbakan Tansu Çiller “O bayrak inecek, o asker gidecek.” diyerek Türkiye’nin kararlılığını ortaya koymuştur (Gör- sel 5.25). 1997’de Lüksemburg’da yapılan AB Konseyi Zirvesi öncesinde ve sonrasında Türkiye’nin AB’ye üyeliği de büyük ölçüde Yunanistan ve Kıbrıs bağlamında ele alınmıştır. 1999’da PKK lideri Ab- dullah Öcalan Kenya’daki Yunanistan Büyükelçiliğine sığınmış ve orada ele geçirilmiştir. Bu durum iki ülke ilişkilerine olumsuz yansımıştır. İki ülke ilişkilerinin 1990’lı yılların sonlarında yumuşamasında 1999 Marmara ve Atina depremleri sonrasında yapılan karşılıklı insani yardımlar etkili olmuştur. Bu yumu- şama çerçevesinde iki ülke; terörizme karşı iş birliği, örgütlü suçlarla mücadele, turizm, çevre, bilim ve teknoloji, ticaret ve kültürel alanlarda iş birliği konularında anlaşmalar yapmıştır. 2000’li yıllarda kıta sahanlığı ve Ege hava sahası sorun olma özelliğini korumuştur. Yunanistan’ın Kıbrıs konusunda BM kararlarının yanı sıra AB kriterlerini ve mevzuatını ön plana çıkarması, iki ülke arasında derin ayrılıklara neden olmuştur. Ayrıca Kıbrıs diğer bütün anlaşmazlıkların çözümünde ön koşul olmaya devam etmiştir.

Bulgaristan’daki Türklerin haklarının iade edilmesi ile Türkiye ile Bulgaristan arasındaki askerî, eko- nomik, kültürel ve siyasi iş birliği gelişmiştir. 1990’lı yıllarda Türkiye, Bulgaristan’ın NATO üyeliğine destek olmuştur.

Yüzde 70’i Müslüman olan Arnavutluk, 90’lı yıllarda Türkiye’yi güvenilir bir müttefik olarak görmüş- tür. Türkiye, Arnavutluk’un Karadeniz Ekonomik İş Birliği Örgütüne alınmasında önemli bir rol oynamış- tır. Arnavutluk diğer yandan İKÖ’ye de üye olmuştur. Türkiye ile Arnavutluk ilişkileri imzalanan askerî antlaşmalarla devam etmiştir. 1998’de Arnavutluk’un Paşalimanı Askerî Üssü’nün modernleştirilmesini ve Deniz Harp Okulu inşasını içeren bir protokol imzalanmıştır.

Türkiye, 1992’de Sırpların Bosna’ya saldırıları ile başlayan savaşta aktif bir politika takip etmiştir. Üyesi bulunduğu uluslararası kuruluşlarda (BM, AGİT, Avrupa Konseyi, İKÖ) yoğun faaliyetlerde bu- lunmuştur. 15 Nisan 1992’de AGİK ve İKÖ’de, 5 Mayıs’ta da BM’de Bosna’nın bağımsızlığının tanın- masını ve toprak bütünlüğünün korunmasını istemiştir. Türkiye, Saraybosna’da büyükelçilik açan ilk ülke olmuştur. NATO’nun Kosova harekâtında aktif rol oynamış ve barış gücüne katkı sağlamıştır. Tür- kiye 2008’de bağımsızlığını ilan eden Kosova’yı tanıyan ilk ülkelerden biri olmuştur.

1990’lı yıllarda Türkiye-Romanya ilişkileri olum- lu seyretmiştir. 1991’de iki ülke arasında Dostluk ve İş Birliği Antlaşması imzalanmıştır. Türkiye, Romanya’nın NATO’ya üyelik sürecine destek vermiştir. Bu adımlar, Soğuk Savaş sonrasında Türk-Romen dostluğunun gelişmesine katkıda bu- lunmuştur. 2007’de AB’ye giren Romanya ile Tür- kiye arasındaki ilişkiler KEİ çerçevesinde gelişim göstermektedir.

Türkiye’nin Balkanlara yönelik politikasında özellikle ekonomik gelişim düzeyi ile bölgenin kalkınma- sına yönelik girişimler ön plana çıkmıştır. Türkiye’nin girişimleri ile Türkiye, Hırvatistan, Bosna-Hersek ve Türkiye, Sırbistan, Bosna-Hersek arasında üçlü danışma mekanizmaları başlatılmıştır. Yine bu çerçe- vede Güneydoğu Avrupa İş Birliğinin kurucuları arasında yer alan Türkiye, bölgede ekonomik kalkınma ve siyasi istikrara yönelik oluşumların içinde yer almıştır. Türkiye, Balkanlara yönelik politikasında “üst düzey siyasi görüşmeler, herkes için güvenlik, azami ekonomik entegrasyon ve bölgede çok etnikli, çok kültürlü, çok dinli toplumsal yapıları” esas almıştır.

Orta Doğu

1990’lı yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu politika- larında bölgede yaşanan etnik ve dinî çatışma- ların ortaya çıkardığı güvenlik sorunu belirleyici olmuştur (Görsel 5.26). Bu sorunların daha ziya- de Suriye ve Irak gibi Arap ülkelerinden kaynak- lanması, Türkiye’yi Arap dünyasından uzaklaş- tırarak İsrail’e yaklaştırmıştır. Türkiye, 2001’den sonra geleneksel bölge politikası olan Orta Doğu sorunlarından uzak durma yaklaşımıyla sorunlar- dan kurtulamayacağını anlamış, barışa yönelik çözüm önerileri üreten politikalar izlemeye başlamıştır.

Türkiye-Suriye ilişkileri; su kaynaklarının kullanımı ve paylaşımı, Suriye’nin teröre ev sahipliği yap- ması ve Hatay üzerindeki emelleri sebebiyle iyi olmamıştır. İki ülke arasında 1998’de imzalanan Adana Mutabakatı ile ilişkilerde güven ortamı tesis edilmeye başlanmıştır. Bu süreçte Türkiye ile Suriye ara- sındaki ziyaretler en üst düzeyde yaşanırken birçok alanda iş birliği politikası takip edilmiştir. İki ülke âdeta birbirini yeniden tanımış ve ilişkilerin seyri olumlu bir havada devam etmiştir. İki ülke ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003’ten sonra ortak sorun olan Kürt meselesi nedeniyle daha da yakınlaşmıştır. Su- riye, PKK terör örgütünü kınamış ve ülkesindeki PKK’lı teröristleri Türkiye’ye teslim etmiştir. Türkiye, İsrail-Suriye ilişkilerinde ara buluculuk yaparak Lübnan’daki Hariri suikastı sonucu sıkıştırılan Suriye’ye destek olmuştur. Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın Türkiye’ye ziyaretinde (16 Eylül 2009) vizeleri kaldı- ran anlaşma imzalanmıştır. İki ülke arasında ortak bakanlar kurulu toplantısında stratejik ortaklıktan bahsedilmiştir.

2011 Arap Baharı sonrası Esad rejiminin sivil halka orantısız güç kullanması, Türkiye ile Suriye ara- sındaki ilişkilerin bozulmasına yol açmıştır. Türkiye, sorunun barışçıl yollardan ve halkın taleplerine daha duyarlı yaklaşarak çözülmesini istese de bu talepler Esad rejiminde karşılık bulmamıştır. Bunun üzerine Türkiye’nin Suriye politikasında değişim başlamıştır. Türkiye, Suriyeli muhaliflerle görüşmelerde bulun- muş ve muhalifler Türkiye’de konferanslar düzenlemiştir. Türkiye, Özgür Suriye Ordusunun (ÖSO) kurul- masında da önemli rol oynamıştır. Türkiye’nin Suriye politikası, Haziran 2012’de Türk jetinin düşürülmesi ile daha da sertleşmiştir. Türkiye, Esad’a karşı muhaliflere destek verirken Esad rejimi özellikle İran, Rusya ve Çin tarafından desteklenmiştir.

Türkiye, 2011 sonrası takip ettiği açık kapı politikası ile Suriye’den gelen mültecilere kucak açmış ve mülteciler bir anda Türkiye’nin ana gün- demini oluşturmuştur (Görsel 5.27). Bu politika doğrultusunda sınırdan giriş yapan her Suriyeliye geçici koruma statüsü veren Türkiye, mülteciler için 2014 itibarıyla 5 milyar dolar harcamıştır. 2011 yılı Mart ayından bu yana devam eden Suriye iç savaşı ve kitlesel göç hareketi, başta Türkiye ol- mak üzere tüm bölge ülkelerinin siyasi, ekonomik ve sosyal dinamiklerini etkilemiştir.

1990’lı yıllarda Türkiye-İran ilişkileri; PKK, re- jim ihracı meselesi ve bölgesel üstünlük mücade- lesi nedeni ile büyük oranda gergin bir seyir izle- miştir. 2002 yılı sonrası Türkiye’nin dış politikada sıfır sorun anlayışını temel alması, İran ile ilişkile- re dinamizm katan önemli bir faktör olmuştur. Tür- kiye ve İran bu dönemde çok boyutlu ve kapsamlı iş birliği alanları oluşturmuştur. İki ülkenin ekono- mik gereksinimleri ve 2003 Irak Savaşı sonrası oluşan bölgesel gerginlikleri giderme arzusu, iliş- kilere ivme kazandırmıştır. Türkiye’nin, 2011 son- rası NATO’nun Malatya’da füze kalkanı kurmasını talep etmesi ve Suriye sorununda farklı politika izlemesi nedeniyle İran ile ilişkiler gerilmiştir.

1990’lı yıllarda Türkiye ile İsrail arasında pek çok üst düzey ziyaret gerçekleştirilmiş, siyasi, ekono- mik ve askerî antlaşmalarla ortak hareket alanları genişletilmiştir. Bu dönemde güvenlik kaygıları iki ülkeyi birbirine yaklaştırmıştır. Özellikle Suriye ve Irak’ın dağılan Sovyetler Birliği’ne ait silahları satın alması ve Türkiye’nin, güney komşularının PKK terör örgütünü desteklediğine dair inancı, İsrail ile iş birliğinin gelişmesinde etkili olmuştur.

2000’li yıllarda iki ülke arasındaki ilişkiler seyir değiştirmiş, 90’lı yıllardaki stratejik ortaklık yerini siyasal çekişmelere bırakmıştır. 2001’de Ariel Şaron başbakanlığında İsrail’de kurulan yeni hükûme- tin sert Filistin politikaları, Türkiye tarafından tepkiyle karşılanmıştır. İsrail’in 2004’te Batı Şeria’da inşa ettiği güvenlik duvarı ve 2006’daki Lübnan müdahalesiyle gerilmeye başlayan ilişkiler, 27 Aralık 2008’de Gazze Şeridi’nde başlatılan “Dökme Kurşun” operasyonuyla bir bunalıma doğru yol almıştır. 2010’daki askerî operasyonların iptali, Davos ve alçak koltuk krizleriyle daha da gerilmiş olan Tür- kiye-İsrail ilişkileri, 31 Mayıs gecesi gerçekleşen Mavi Marmara Baskını sonucu kopma noktasına gelmiştir (Görsel 5.28). İki ülke arasındaki tüm askerî anlaşmalar askıya alınmış ve diplomatik ilişkiler 2. kâtiplik düzeyine indirilmiştir.

Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrası başlayan I. Körfez Savaşı’nda ABD ve müttefikleri, Türkiye tarafından desteklenmiştir. Türkiye bir yandan Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı’nı kapatırken diğer yandan ülkedeki hava üslerinin ABD tarafından kullanılmasına izin vermiş ve sınır bölgesine asker kaydırmış- tır. Türkiye bu savaşta beklentilerine karşılık bulamamış, ekonomik ve siyasi olarak büyük kayıplara uğramıştır. Türkiye’nin, savaş sırasında ve sonrasında Irak’a uygulanan ekonomik ambargo nedeniyle gördüğü zarar 100 milyar dolara ulaşmıştır.

ABD, 2003’te Irak’ın Özgürlüğü Operasyonu adını verdiği işgali başlatmıştır. Saldırının gerekçe- si olarak Irak’ın El Kaide’yle iş birliği yaptığını ve kitle imha silahlarına sahip olduğunu ileri sürmüştür. Savaş sonrası Saddam devrilirken ülke fiilen üçe bölünmüştür. Irak büyük bir kaosa sürüklenmiş ve toplumsal yapı zarar görmüştür. Türkiye, 1 Mart Tezkeresi ile ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a saldırısına izin vermemiştir. Bu durum Orta Doğu’daki devletler tarafından takdirle karşılanırken Türk-Amerikan ilişkilerinde kırılmaya sebep olmuştur. Tezkerenin reddedilmiş olması ve Irak’taki işga- lin beklediği gibi gitmemesi, ABD’nin bölgedeki Kürtlere daha fazla yakınlaşmasına sebep olmuştur. Türkiye’nin “kırmızı çizgiler” olarak kabul ettiği politikaların (Türkmenlerin korunması, Kerkük’ün Türk kimliğinin korunması, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması, PKK terör örgütünün Kuzey Irak’ı bir üs olarak kullanmaması vb.) birçoğunda sorun yaşanmıştır.

Türk-Amerikan ilişkilerindeki kırılma kendini ilk olarak Süleymaniye Krizi (çuval geçirme) ile gös- termiştir. Ayrıca 2003’te Amerikan kuvvetleriyle beraber Kerkük’e giren Peşmergelerin tapu ve nüfus kayıtlarını talan etmesi, Kerkük’ü bölgenin en önemli sorunlarından biri hâline getirmiştir.

Türkiye’ye, 2000’li yıllarda Orta Doğu’da takip ettiği politikalar sonucunda Arap Birliği Örgütü ve Afrika Birliğinde gözlemci statüsü verilmiştir. Bunun yanında İslam Konferansı Örgütü başkanlığına Ekmeleddin İhsanoğlu’nun seçilmesi, bölgeye yönelik politikaların sonucu olmuştur.

Irak ve Suriye’deki Siyasi, Sosyal Gelişmelerin Bölgeye Etkileri

I. Körfez Savaşı sonrasındaki ambargo süreci ve 2003’te başlayan Irak işgali, gerek Irak içinde ge- rekse bölgede yeni insani krizler doğurmuştur. İşgalle yaşanan dönüşüm, Irak’ta önemli toplumsal so- runları da beraberinde getirmiştir. İşgalin sürdüğü 2006 yılında türbe bombalamalarıyla başlayan süreçte Irak halkı, bizzat Irak içindeki unsurların çatışmalarından kaynaklanan güvenlik sorunuyla karşı karşıya kalmıştır. Haksız gözaltılar, keyfî tutuklamalar, işkence ve infazlar Irak’ta hayatın bir parçası olmuştur. Bunlara ilave olarak ülke içerisinde farklı kesimler arasında başlayan çatışmalar, önemli güvenlik sorun- ları ortaya çıkarmış ve binlerce sivilin ölümüne sebep olmuştur. Gerçekleşen ölümler ve yaralanmalar geride birçok sahipsiz yetim ve dul bırakırken nüfusun 4 milyona yakın bölümü de yerlerini terk etmek zorunda kalmıştır. Bunlardan 2,2 milyonu Irak içinde yer değiştirmiş, diğerleri Suriye ve Ürdün başta olmak üzere komşu ülkelere iltica etmiştir. Göç hareketlerinin yoğun yaşandığı 2006 ve 2007 yılında konu uluslararası toplumun gündemine geldiği hâlde Suriye ve Ürdün’de bulunan Iraklıların durumuyla ilgili gerekli insani adımlar atılamamıştır. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği raporlarına göre Suriye’de 1,5 milyon Iraklı mültecinin bulunduğu tahmin edilmektedir. Yine Ürdün’de 750 bin Iraklı mülteci bulunmaktadır. Ürdün ve Suriye, diğer ülkelere nazaran Iraklı mültecilere kapılarını çok uzun süre açık tutmuştur. Diğer ülkeler bu büyük insanlık krizine karşı kayıtsız kalmıştır.

Suriye’de 2011 sonrası halkın demokratik taleplerine iktidarın şiddet kullanarak karşılık vermesi üze- rine ülkede karışıklıklar başlamıştır. Beşar Esed iktidarının halka uyguladığı şiddet, 10 binlerce Suriye vatandaşının ölümüne, milyonlarca vatandaşın ülkeyi terk etmesine yol açmıştır. Kurulan Özgür Suriye Ordusu ve Esed’e bağlı güvenlik güçlerinin karşılıklı mücadelesi ile kriz bir iç savaş hâlini almıştır. Dış güçlerin bir kısmı Esed rejimi yanında, bir kısmı muhalefetin yanında yer almıştır. Bu durum, ülke çapın- da bir savaşa sebep olurken Suriye üzerinde bölgesel ve küresel düzeyde bir nüfuz mücadelesine yol açmıştır. Suriye’deki iç savaş, Orta Doğu’da Şii-Sünni gerilimine zemin hazırlamış, Suriyeli sığınmacılar sorununu ortaya çıkarmış, PKK/PYD terör örgütüne farklı bir hareket alanı sağlamıştır. Böylece Türki- ye’yi güneyde meşgul edecek bir sorun alanı daha ortaya çıkmıştır. Esed rejimi, BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi Rusya ve Çin’den aldığı destekle ayakta kalabilmiştir. Türkiye-Suriye ilişkilerindeki bozulma, Türk dış politikasında uygulanmak istenen “sıfır sorun” politikasının Orta Doğu gibi bir bölgede uygu- lanmasının oldukça zor olduğunu göstermiştir. Suriye’de yaşanan krizin terör, dış politika ve mülteciler konusu gibi Türkiye’yi zorlayan pek çok yönü olmuş- tur. Ankara’nın Esed rejimine karşı tavır alması, İran ve Irak’la ilişkilerde de problemler ortaya çıkarmıştır. Suriye’deki mevcut durumun ortaya çıkardığı tehdit- ler karşısında Türkiye, Fırat Kalkanı Operasyonu’nu düzenlemiştir.

Suriye’de yaşanan siyasi kriz Türkiye’nin güne- yinde bir mülteci sorununa sebep olmuştur. Türki- ye, olaya hukuki ve ahlaki açıdan yaklaşarak güney komşusundaki iç savaştan kaçan Suriyelileri kabul etmiştir (Görsel 5.29). Mülteciler sorunu Türkiye’de önemli bir mali yüke sebep olurken güney illerinde güvenlik sorunlarına da yol açmıştır. Suriyeli mültecilerin gıda, ısınma, giyecek, eğitim ve sağlık gibi bazı temel ihtiyaçlarını gidermek için Türkiye tarafın- dan milyarlarca dolar harcanmıştır. Türkiye’nin bu yardımına karşılık, mülteciler için uluslararası toplum tarafından yapılan yardım miktarı 471 milyon dolarla sınırlı kalmıştır.

2015’te Suriyeli mültecilerin Avrupa’ya gitmek istemesine karşılık Macaristan, Sırbistan sınırına duvar öreceğini açıklamıştır. Almanya, Avusturya, Slovakya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Fransa kara sınırlarında kontrolleri yeniden başlatacağını duyurmuştur. Tüm bunlar AB için sarsıcı bir etki meydana getirmiştir. Avrupa’ya yönelik göçmen akımlarına Avrupa’nın yaklaşımı AB içerisinde tartışma ve ayrışmaları doğururken “Avrupa değerlerinin” de sorgulanmasına yol açmıştır. Evrensel değerlere karşı kendi çıkarlarını öne çıkaran AB, Suriye’deki drama sessiz kaldığı için suçlanmıştır. Her zirve veya toplantıda bazı üye ülkelerin karşı çıkması nedeniyle konu bir şekilde geçiştirilmiştir. Her geçen gün daha fazla mültecinin denizde can vermesi ve özellikle Aylan bebeğin 2 Eylül 2015 günü Bodrum sahillerine vuran cansız bedeninin fotoğraflarının dünyaya yayılması, “insani değerler”i Avrupa kamuoyunun gündemine getirmiştir.

Küresel Terörizm

Değişen yapısı, görünümü ve hedefleri nedeniyle uluslararası toplumun üzerinde mutabık kaldığı bir terörizm tanımlaması yapılamamıştır. Egemen devletler, siyasi tercihlerini benimsediği grupların ey- lemlerini meşru mücadele olarak nitelendirirken benimsemediği grupların üyelerini terörist, yaptıkları eylemleri de terörizm olarak nitelendirmeyi tercih etmiştir. Devletler, ideolojik yaklaşımlarının yanında politik çıkarlarına göre de şiddet eylemlerine farklı yaklaşmışlardır. Devletler, bu sayede bölgesel veya uluslararası alanda gücünü artırmayı ve gelişmekte olan ülkelerde kendi istedikleri rejimleri oluşturmayı amaçlamışlardır. Soğuk Savaş Dönemi’nde ABD, Sovyet yanlısı rejimlere karşı mücadele veren grup- ların eylemlerini meşru kabul ederek söz konusu grupları özgürlük savaşçısı şeklinde değerlendirmiş; Amerikan yanlısı rejimlere karşı verilen mücadeleleri terörizm, mücadele verenleri de terörist olarak nitelendirmiştir. ABD’nin onayıyla Pakistan tarafından kurulup desteklenen Taliban buna örnek olarak verilebilir.

Soğuk Savaş’ın ardından kazandığı öz güven- le artık daha fazla söz söyleyen fakat uluslararası sözleşmelere daha az uyan ABD, uluslararası iliş- kilerde kendini eşitler üstü bir konumda görmüştür. Artık hangi devletlerin cezalandırılacağı, hangi sis- temlerin değişeceği ABD’nin tanım ve referansları ile gerçekleşir olmuştur. ABD’nin bu uygulamaları El Kaide terör örgütünün 11 Eylül saldırılarının sebep- lerinden biri olmuştur. Bu saldırılar sonrasında ABD’li yetkililerin “Hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak.” söylemiyle uluslararası toplumda ilişkiler yeniden şe- killenmeye başlamıştır. Terör tehdidi küresel olarak tanımlanmış ve buna karşı başlatılan savaşın da tüm dünyayı kapsayacağı ilan edilmiştir. Bu çerçevede ABD’nin terörle mücadelesinde hâkim olan düşün- celer şunl

ar olmuştur:

• Terör eylemlerini bir devlete bağlama,
• Askerî müdahale,
• Ön alıcı savaş,
• Amerika’nın gerekirse tek başına hareket etme iradesi.

TERÖRİZM: En genel tanımıyla terörizm, hedef toplumdaki egemen siyasi yapıyı de- ğiştirmek amacıyla belirli bir örgüt ta- rafından sistematik olarak uygulanan ve kitleleri korkuya sürükleyen şiddet eylemleridir.

Soğuk Savaş Dönemi’nde taraf oldukları dev- letlerin korumasında kendilerini güvende hisseden terör örgütleri, Soğuk Savaş’ın bitmesi ile âdeta açıkta kalmıştır. Bu durum kısa sürmüş ve ABD politikalarına duyulan tepkisel süreci başlatmıştır. Küre- selleşmenin getirdiği teknolojik avantajı kendi yararlarına çeviren terör örgütleri, mağduriyet merkezli söylemleri ile 1990’lı yıllardan sonra eylemlerini artırmıştır. Terörizmin küresel çapta örgütlenmesi, Usa- me bin Ladin’in lideri olduğu El Kaide terör örgütü ile başlamıştır. 11 Eylül saldırıları (Görsel 5.30) ile popülerliğini artıran El Kaide, ABD ve Batı karşıtlığını üst seviyelere çıkartmış, benzer amaçları taşıyan örgütler için birleşme noktası olmuştur.

Irak ve Suriye’de ele geçirdiği topraklarla ve gerçekleştirdiği kanlı eylemlerle adını duyuran DEAŞ’ın gelişmesinde 2003 sonrası ABD’nin Irak’taki uygulamaları etkili olmuştur. Irak’a müdahaleyle başlatılan terörizme karşı müc

adele, savaş öncesinde var olandan daha fazla terörizm doğurmuştur (Görsel 5.31). ABD’nin Irak’ta kurduğu Geçici Koalisyon Otoritesi (GKO), Irak ordusuna mensup üst düzeyde askerle- rin, ordudaki özel kuvvet birliklerinin ve istihbarat servisinin orduyla ilişiğinin kesilmesini öngören karar- ları almıştır. Bu kararlar Irak’ta işsiz bırakılmış, kırgın ve hoşnutsuz yaklaşık 300 bin askeri, potansiyel birer militan durumuna düşürmüştür. Sosyal yaşamda ise haksız tutuklamalar ve soruşturulmadan terö- rist damgası vurulan Sünnilerin sayısındaki artışlar, protestolara yol açmıştır. Özellikle yargısal reform talepleri için gerçekleştirilen sivil gösterilere Irak yönetiminin tepkisi sert olmuştur.

2011 sonrası Suriye’de kaosun tırmanması, meydana gelen güç boşluğu, mezhep çatışmaları ve örgütün ideolojisine yakın militanların sayısındaki artış DEAŞ’ın kontrol altına aldığı alanları genişlet- mesine yol açmıştır. Nihayetinde El Bağdadi, 8 Nisan 2013’te Irak ve Şam Devleti’nin kurulduğunu ilan etmiştir.

1980’lerden itibaren Türkiye’nin üzerindeki en büyük tehdit PKK terör örgütü olmuştur. Bu yıllarda özellikle İran ve Suriye gibi devletler Türkiye’nin Batılı devletlerle iş birliği içinde olduğu gerekçesiyle terör örgütünü desteklemiştir. Örgütün lideri Abdullah Öcalan, Suriye’nin desteği ile PKK terör örgütünün kamplarını Lübnan Bekaa Vadisi’ne taşımış ve 1984 sonrası yaşanan terör olaylarını buradan yönlendirmiştir. Türkiye’nin yıllardır savaştığı PKK terör örgütünün günümüzde Kuzey Suriye uzantısı PYD/YPG, ABD tarafından silahlandırılmaktadır. Bu silahların Türkiye’deki terör eylemlerinde kullanıl- masına yönelik endişeler, ABD-Türkiye ilişkilerinde güven bunalımlarına neden olmaktadır. Irak’ın ye- niden yapılanmasında ABD’nin Kuzey Irak’taki PYD terör örgütüne verdiği askerî, ekonomik ve siyasi destek Türkiye’de rahatsızlık uyandırmaktadır.

Devletlerin terörist örgütlere verdiği destek, bu örgütlere ileri teknolojiye sahip silah ve patlayıcılara çok kolayca sahip olma, diğer terörist gruplarla rahatça iletişim kurma ve uluslararası eylem gerçekleştirme imkânı sunmaktadır. Devlet destekli terörizm, hedef devletin politik istikrarını, ekonomik yapısını ve diplomatik ilişkilerini etkileme gücüne sahiptir. Devlet desteği, teröristlerin yerel halkın desteğine duyduğu ihtiyacı ortadan kaldırdığı için teröristler kamuoyu tepkisine aldırmaksızın geniş ölçekli eylemler yapabilmektedir.

Türk Kızılayı

Türk Kızılayı; dil, din, ırk ayrımı gözetmeden dünyanın farklı ülkelerinde doğal afetlere ve insan kay- naklı yıkımlara müdahale etmiş, ihtiyaç sahiplerinin barınma ve beslenme gibi temel ihtiyaçlarını karşıla- mıştır. Filistin, Sudan, Endonezya, Sri Lanka, Kırgızistan, Kosova, Somali, Pakistan gibi ülkelerde insani yardım faaliyetlerinin yanı sıra refaha yönelik birçok çalışmada da bulunmuştur.

Suriye’deki iç savaş ve şiddet ortamı yüzünden milyonlarca Suriyeli yurtlarından ayrılmıştır. Üç mil- yondan fazla Suriyeli de Türkiye’ye sığınmıştır. Kamplarda kalan Suriyeli mültecilerin ihtiyaçları devletin ilgili kurumları ve Türk Kızılayının desteği ile karşılanmaktadır.

Gazze’ye senelerden beri insani yardımda bulunan, kalıcı projelere imza atan Türk Kızılayı, 2008 yılından bu yana yardım- larını düzenli olarak ulaştırmaktadır. Kızılay, Gazze’nin temel in- sani ihtiyaçlarını giderirken bölgede su şebekesinin yenilenmesi, tarımsal üretimin canlandırılması gibi birçok projeyi de hayata geçirmiştir.

Irak’ta 2014 yılında başlayan iç karışıklıkların ardından Türk Kızılayı bölgeye yönelik insani yardım çalışmalarına başlamış, binlerce Iraklının barınma, beslenme ve giyim gibi temel insani ihtiyaçlarını karşılamıştır. Türk Kızılayı,”Musul da Senin Yurdun” kampanyası kapsamında, yardımlarını Irak’a ulaştırmıştır (Görsel 5.32). Musul’a gönderilen 500 tonluk insani yardımın içinde giyim malzemesi, uyku tulumu, temizlik malzemesi, kuru gıda (un-ma- karna), battaniye, çadır ve yatak gibi birçok malzeme mevcuttu.

Türk Kızılayı, Orta Doğu ülkeleri dışında Afrika’da Somali, Kenya gibi ülkelerle Güneydoğu Asya’da Arakan Müslümanlarına ve dünyadaki ihtiyaç sahiplerine insani yardımlarda bulunmuştur.