1990 sonrası ekonomik hayatta liberal yaklaşımın esas alındığı Türkiye’de yurt içi ve yurt dışı ge- lişmelerin etkisiyle çeşitli krizler yaşanmıştır. Bu krizlerin siyasi, sosyal ve ekonomik etkileri olmuştur. Türkiye bu dönemde 28 Şubat Postmodern Darbesi’ni, FETÖ’nün 17-25 Aralık 2013’teki ve 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimlerini yaşamıştır. Ülkede etnik, ideolojik ve mezhep temelli çatışmaların kışkır- tıldığı fakat karşılık bulmadığı bir dönem yaşanmıştır. Türkiye’de bu yıllarda yaşanan iç ve dış tehditler karşısında teknolojik dışa bağımlılığının azaltılmasını amaçlayan projeler hızlandırılmıştır.
Türkiye, 1980’den sonra dünya ekonomisine entegre olmak için liberal adımlar attı. Bu adımlarla Tür- kiye, dünya ekonomilerindeki dalgalanmalara açık hâle gelirken yaşanabilecek olumsuzlukları önleyici kurumsal düzenlemelere yönelik reformlarda gecikmeler yaşadı. Türkiye’de 1990’larda dövizi sabit, faizleri yüksek tutarak sağlanan sıcak para girişiyle ekonomide yüksek büyüme hızına ulaşıldı. Harcamaların iç borçlanma ile karşılanması ve Güneydoğu Anadolu’da terörle mücadele, devleti daha fazla kaynağa, dola- yısıyla daha fazla faiz ödemeye itti. Böylece ekonomi, üretimden faiz gelirine doğru yöneldi.
Türkiye, 1991 ve 1994’te iki önemli ekonomik kriz yaşadı. 1991 krizi ABD’nin Irak’a müdahalesinin yarattığı olumsuzluklarla ilişkiliydi. Türkiye, savaş nedeniyle 4,5 milyar dolar zarara uğradığını açıkladı. Bu zararın ortaya çıkmasında Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı’nın kapanması, sınır ticaretinin durması ve güvenlik kaygısının ortaya koyduğu ekonomik durgunluk etkili oldu. Kriz, ülkedeki bütün grevlerin gü- venlik gerekçesiyle ertelenmesine sebep olurken ekonomik olumsuzluklar zam ve vergilerle kapatılmaya çalışıldı.
Türkiye 1994’te yakın tarihinin en büyük mali krizlerinden birini yaşadı. 1994 krizi; kamu harcamaların- daki hızlı artış, ithalat ağırlıklı tüketime dayalı büyüme ve mali piyasalarda yaşanan istikrarsızlık sonucu ortaya çıktı. 1994’te enflasyon %114’e ulaştı, Türk Lirası %100 değer kaybetti ve gecelik faizler %1000’leri gördü. Ekonomide yaşanan olumsuzluklara son vermek için 5 Nisan 1994’te yeni bir ekonomik istikrar programı hazırlandı. IMF ile Stand-by Antlaşması imzalandı ve 610 milyon SDR’lik kredi alındı. Savunma ve güvenliğin dışındaki harcama kalemlerinde %30 oranında tasarrufa gidildi. Kamu gelirlerinin artırılması için yeni vergiler konulurken mevcut vergi oranları artırıldı (Akaryakıt tüketim vergisi %50’den %70’e çıka- rıldı.).
1994 sonrasında yapısal reformların hayata geçirilmesi yerine sıcak paraya dayalı büyüme modeli takip edildi. Devlet, borçlanma eğilimini her yıl artırdı. Bütçede yaşanan açıklar iç borçlarla karşılanmaya çalışılınca Ekim 2000’de borç 50 milyar dolara ulaştı. Ülkedeki reel sektör, 10 yıllık sürede yatırım yap- maktansa devlete borç vererek daha fazla kâr elde etmeyi tercih etti. Bu durum ülkenin sanayi sektöründe durgunluğa ve sektörün dünya pazarındaki yerini kaybetmesine neden oldu. Bu yıllardaki sermaye girişi (sıcak para) büyümeyi ortaya çıkartıyor, büyüme ithalatı teşvik ediyor ve cari açığın artmasına yol açıyor- du. Borç bulunduğu takdirde cari açık sorunu çözülüyor, yeni sermaye girişi büyümeyi tetikliyor ve sarmal bu şekilde devam ediyordu.
Ülkede yıllardır etkisini hissettiren enflasyonun neden olduğu olumsuzlukları önlemek için 2000 yılında IMF ile reform sürecine girildi. Bu reformlarla para politikasını belirleme yetkisi Merkez Bankasına verildi. Mali piyasaları düzenlemeye yönelik olarak Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) ku- ruldu.
2000-2001 yılı krizlerinde aşırı değerli TL, cari işlemler açığının kritik sınırın üzerinde seyretmesi ve sermayeden yoksun mali sektör etkili oldu. Ekonominin siyasi iradeden bağımsız olmaması, her an bir hükûmet bunalımı beklentisi ve devletin ekonomideki işletmeci rolü krizi tetikledi. Krizin ardından banka- cılık sistemi kırılgan bir yapıya büründü ve yapısal sorunlar daha da ağırlaştı. Bankacılık kesiminde yeterli dövizin olmadığı ve yurt dışına sermaye çıkışının hareketlendiği bir ortamda, piyasalardaki güvensizlik yaygınlaşarak doğrudan bir panik havasına dönüştü. Şubat 2001’deki kriz, tam olarak atlatılamayan Ka- sım Krizi’nin devamı oldu. 19 Şubat 2001’de Millî Güvenlik Kurulu toplantısının hemen ardından Başbakan Bülent Ecevit’in Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile düştüğü anlaşmazlıkla ilgili “Bu, devletin en üst kademesinde kriz var demektir.” şeklindeki demeci krizi derinleştirdi.
21 Şubat’ta bankalar arası para piyasasında gece- lik faiz %7500’e kadar çıktı (Görsel 5.33). 16 Şubat’ta 27,94 milyar dolar olan Merkez Bankası döviz rezervi, 23 Şubat’ta 22,58 milyar dolara indi. 19 Şubat’ta 1 do- ların piyasa satış kuru 686 bin 500 lira iken 28 Şubat’ta 960 bin lira oldu. Şubat Krizi sonrası Nisan 2001’de Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı uygulamaya konul- du ve 2002 yılı başında üç yıllık Stand-by Anlaşması imzalandı. Yürürlüğe konan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, 58 ve 59. hükûmetlerin de kararlı uygula- maları sayesinde krizi takip eden beş yıl içinde bazı temel ekonomik göstergelerde (bütçe açıkları, faiz dışı bütçe fazlası ve enflasyon) önemli iyileşmeler sağladı. 2002’de %6,2, 2003’te %5,3, 2004’te %9,4 gibi rekor bir büyüme hızına ulaşıldı. Yaşanan bu ge- lişmelerle enflasyon oranının 30 yıllık yüksek ve kro- nik yapısı kırıldı ve tek haneli enflasyon rakamlarına ulaşıldı. Ekonomideki bu olumlu gelişmelere rağmen işsizlik oranı %10’lar civarında kaldı ve ekonominin dış kaynak bağımlılığı yüksek seyretti.
CARİ AÇIK: Bir ülkenin bir yıl içinde yurt dışına sattığı mal ve hizmetlerin toplam tutarı ile yurt dışından satın aldığı mal ve hizmet- lerin toplam tutarı arasındaki fark, cari işlemler dengesini oluşturur. Satın alınan mal ve hizmet tutarı, satılan mal ve hiz- met tutarından fazla ise aradaki fark cari açık adını alır.
2007’de ABD’de başlayıp 2008’de dünyaya yayılan ekonomik kriz, 1929 Ekonomik Buhranı’ndan sonra dünyanın yaşadığı en büyük kriz olarak tanımlandı. Bu küresel kriz Türkiye ekonomisini de etkile- di. Kriz sonrasında uluslararası piyasalardan dış borçlanma imkânlarının zorlaşması dış kaynağa ihtiyaç duyan Türkiye’yi olumsuz etkiledi. Ayrıca Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı olan Avrupa ekonomilerinin küresel kriz nedeniyle yaşadığı ekonomik durgunluk, Türkiye ihracatının ve ekonomisinin de yavaşla- masına neden oldu.
Kriz, Türkiye’de İMKB endeksinde %50’nin üzerinde düşüşlere yol açtı. Küresel kredi imkânlarının daralması, kredi maliyetlerinin artması ve yurt dışı pazarların daralmasıyla reel sektörde sert düşüşler yaşandı, bu durumdan en fazla etkilenen imalat sanayisi oldu. Toplam GSYİH’nin dörtte birini oluşturan sanayi üretiminde 2008’in ikinci çeyreğinden itibaren ciddi düşüşler yaşandı ve bu durum küçülmenin tetikleyicisi oldu. Dünya genelinde ekonomik faaliyetlerin daralması, talepteki düşüş Türkiye’nin de üre- tim yapısını etkiledi.
Türkiye, krize ilk olarak para politikası ile tepki verdi. TCMB, finansal piyasaları rahatlatmak amacıyla enflasyondaki düşüşe paralel olarak hızlı ve yüksek ölçekli faiz indirimlerine başvurdu. Üretim ve talebi canlandırmak için KOBİ’lere verilen destekler artırıl- dı, ihracat destekleri uygulamaya konuldu. İşsizliği azaltmak amacıyla işveren sigorta primlerinde indirim yapıldı. Ekonomik faaliyetleri canlandırmak için vergi indirimlerine gidildi. Vergi borçları yeniden yapılandı- rıldı. Yurt dışındaki varlıkların ekonomiye kazandırıl- ması amacıyla Varlık Barışı yürürlüğe konuldu.
REEL SEKTÖR: Ulusal ekonomide tarım, sanayi ve hizmet alanında üretici ve tüketici konumundaki bireylerin tümünü temsil eden kesimdir.
2009 yılında piyasalarda yaşanan talep daralması, reel sektörde işçi çıkarmalara ve istihdam kaybına neden oldu, bunun sonucu olarak işsizlik arttı. Türkiye, 2010 yılından itibaren krizin olumsuzluklarını aş- maya başladı ve 2010’da %9,2 ve 2011’de %8,8 ile uluslararası boyutta en yüksek büyüme oranları elde eden ülkeler arasında yer aldı. 2011-2012 yıllarında dış ticaret ve cari açık, ekonominin en önemli sorunu olma özeliğini korudu.
2012-2015 yılları arasında GSYİH büyüme hızı, dış ticaretteki düşük oranlı ve istikrarsız büyüme ve işsizlik ekonomiye dair temel sorunlar oldu. Bu sorunların ortaya çıkmasında dünyada devam eden finan- sal istikrarsızlık, Orta Doğu’da yaşanan ve Türkiye’yi yakından etkileyen Suriye iç savaşı, Irak’taki kaos ve Mısır krizi etkili oldu. Diğer yandan aynı dönemde petrol fiyatlarında yaşanan düşüş Türkiye’nin dış ticaret dengesi açısından olumlu oldu.
28 Şubat, askerî bir darbedir. Asker, bu darbede silah gücü ve mevzuat desteğinin dışında kamuoyu- nun da desteğini almaya çalışmıştır. Kamuoyu desteği oluşturmak için birtakım sivil toplum kuruluşları, basın-yayın organları, üniversiteler, sermaye çevreleri, sivil bürokrasi ve yargı mensuplarından fayda- lanmıştır. Adını 28 Şubat 1997’deki MGK bildirisinden alan ve postmodern darbe (modern ötesi) olarak adlandırılan bu olayda iktidardaki Refah-Yol Hükûmetini oluşturan partiler itibarsızlaştırılmış, tüm toplu- ma irtica korkusu yayılarak demokrasiye müdahale edilmiştir. 28 Şubat süreci Türkiye’de uzun soluklu bir müdahaleler silsilesinin parçası olmuştur.
1990’lı yıllarda Türkiye’de yaşanan bazı olaylar postmodern darbeye doğru gidişi hazırlamıştır. Diğer yandan hükûmetin dış politika tercihleri, Batılı ülkelere şikâyet konusu olmuştur. Baş- bakan Necmettin Erbakan’ın İslam ülkeleriyle ilişkileri geliştirme çabası, Türkiye’nin yönünün Doğu’ya çevrilmesi şeklinde değer- lendirilerek eleştirilmiştir. Türkiye’de 1997 yılında postmodern darbe sürecini hızlandıran olaylar yaşanmıştır. Bu olaylardan bazıları şunlardır:
28 Şubat MGK bildirisi ile siyasi alan daral- mış, askerî alan genişlemiş, rejimin militer yapısı güçlenmiş ve yönetim fiili olarak askerlerin kont- rolüne geçmiştir. MGK kararlarına muhalif olan hükûmet, basın ve sivil toplum kuruluşları aracılı- ğıyla maruz kaldığı baskı sonucu iş yapamaz du- ruma getirilmiş, Başbakan ve Refah Partisi Ge- nel Başkanı Necmettin Erbakan 18 Haziran’da istifa etmek zorunda bırakılmıştır.
28 Şubat öncesi gerçekleşen Susurluk Kaza- sı ve onun ortaya çıkardığı kirli ilişkiler ülke gün- demindeki yerini kaybetmiştir. Millî Güvenlik Ku- rulunda alınan kararlar tavsiye niteliğinden sıyrılarak eğitim, kültür ve iktisadi hayata dair belirleyici bir özellik kazanmıştır. Eğitim alanında sekiz yıllık temel eğitim yasası tavsiye niteliğinden uygulamaya geçen alanlardan biri olmuştur. Bu süreçle birlikte mürteci oldukları gerekçesiyle belediye başkanla- rından bazıları görevden alınmış ve 80 vali, 846 kaymakam, 288 üst düzey bürokrat hakkında incele- me başlatılmıştır. MGK Genel Sekreterliği ve diğer kaynaklardan alınan bilgilere istinaden çok sayıda kamu görevlisi irticacı vb. sıfatlarla fişlenerek memuriyetten atılmış veya pasif görevlere getirilmiştir. Ülkede siyasal iktidar el değiştirmiş ve Anasol-D Hükûmeti kurulmuştur.
Yurt dışında resmî bursla öğrenim gören öğrenciler takip edilmiş, yurt içinde eğitim veren Kur’an kurslarına baskı uygulanmıştır. İmam-hatip liselerinin orta kısmı kapatılmış, üniversiteye girişte kat- sayı uygulaması devreye sokulmuştur. Bazı vakıf ve dernekler baskı altına alınmış, kapatılmış ve bunların mallarına el konulmuştur. Hükûmetin kamu kurum ve kuruluşlarına yaptığı personel atama- ları yakından takip edilmiş, bu atamalar irticacı kadrolaşma olarak nitelenerek yerlerine irticaya taviz vermeyecek kişiler getirilmiştir. Türk Silahlı Kuvvetlerinin; iç siyaset, yolsuzluklar, terörle mücadele, Türkiye’nin AB Kopenhag Kriterlerine ne ölçüde uyum sağlayabileceği, Kıbrıs sorunu vb. konulardaki tavsiyeleri de yine MGK aracılığıyla hükûmete bildirilmiştir.
Türkiye, tarihsel ve jeopolitik olarak dünya üzerinde çok önemli bir yere sahiptir. Coğrafyası, sahip olduğu yer altı ve yer üstü kaynakları, demografik yapısı, Doğu ile Batı dünyası arasında bir köprü görevi görmesi ve demokratik değerleriyle bölgenin en güçlü devletlerinden biridir. Bu özellikleriyle ön plana çıkan Türkiye’nin istikrarını bozmaya yönelik, çeşitli ülkeler ve örgütler tarafından etnik, ide- olojik ve mezhepsel kışkırtma temelli oyunlar oynanmaktadır. Türkiye’nin sahip olduğu zenginlik ve potansiyele zarar vermek ve ülke içindeki bütünlüğü bozmak isteyen küresel güçler etnik, ideolojik ve mezhepsel farklılıkları ayrıştırıcı bir unsur olarak kullanmak için çalışmalarda bulunmuşlardır. Türki- ye’nin bu durumundan fayda bekleyen büyük ülkeler, terör örgütlerine destek vererek Türkiye’yi zor duruma sokmak istemişlerdir.
Bir ülkenin birlik ve beraberliğini bozmak isteyen güçler, toplumda mezhep odaklı söylemlerle top- lumsal birlikteliğe zarar verir. Bu söylemlere karşı çıkanlar düşman olarak değerlendirilir. Bu şekilde toplum karşı kamplara ayrılmaya çalışılır. Bu amacı gerçekleştirmeye çalışan gruplar, toplumun has- sasiyetlerini kullanarak karşıt grupların büyümesine neden olur. Kargaşa ortamının devamı için uz- laşmadan yana olanları ortadan kaldırmaya çalışır. Bu durum Türkiye’de de uygulanmıştır. Türkiye’de 1990’lı yıllarda toplumda Sünni-Alevi ve laik-antilaik bölünmeyi gerçekleştirmeye yönelik eylemler yapılmıştır. Bu şekilde, Müslüman bir ülkenin dünyada tek olan demokratik ve laik yönetim deneyimi ortadan kaldırılmak istenmiştir.
Türkiye, 1990 sonrasında bir ucu ülke dışında bir ucu ülke içinde olan PKK terör örgütünün artan eylemlerine maruz kalmıştır. PKK, sivil halkı hedef alan terör eylemlerinde bulunmuştur.
Ortaya koyduğu vahşet ile yıllardır birlikte ve kar- deşçe yaşayan Türk ve Kürt kökenli vatandaşların arasına nefret ve kin tohumları ekmeye çalışmıştır. 24 Mayıs 1993 tarihinde tezkeresini alan 33 silah- sız erin Bingöl kara yolunda PKK‘lı teröristler tara- fından kurşuna dizilmesi bu eylemlerden yalnızca biridir.
Türkiye, demokratik kültüre sahip özellikleriyle farklı inanç, ırk ve milliyette olan insanların bir ara- da yaşamasını sağlayabilmektedir. Tarihsel açıdan Anadolu coğrafyası üzerinde farklı kültür, ırk, millet, din ve mezhepler beraber yaşama kültürünü geliş- tirmiştir. Bu ortak kültür çoğulcu bir yapıyı bağrında barındıran bir niteliğe sahiptir. Günümüzde demokratik yapının içindeki siyasal partiler, demokrasiyle temel insan hak ve özgürlüklerini merkeze aldıklarından farklı siyasi akımları temsil etseler de or- tak değerlerde birleşebilmektedirler. Türkiye’nin sahip olduğu etnik, ideolojik ve mezhepsel farklılıklar üzerinden ülkeyi ayrıştırmaya yönelik planlar, toplumun birlikte yaşama kültürüyle boşa çıkarılmıştır.
İstanbul Büyükşehir Belediyesinin 16 Eylül 2011 tarihinde kabul ettiği Taksim Yayalaştırma Projesi ile Tarihî Topçu Kışlası’nın İstanbul’a yeniden kazandırılması kararlaştırıldı. Bu çerçevede 4 Ekim 2012’de yol genişletme çalışmaları başlatılarak bazı ağaçların yerlerinin değiştirilmesi ve sökülmesi söz konusu oldu. Buna karşı çıkan bazı kesimler, Gezi Parkı’nda oturma eylemi düzenledi ve park içinde çadırlar kurdu. Bu eyleme karşı 29 Mayıs 2013 sabahı polis müdahalede bulundu. Polisin bu müdahalesi sonrasında gelişen olaylar, hükûmeti zor durumda bırakırken kamuoyunda eylemcilere dair bir mağduriyet algısı oluşturdu.
Medya organlarının olayı haberleştirmesi ve sosyal medyada çok sayıda takipçisi bulunan bazı gazeteci ve sanatçıların mesajlarıyla parktaki kalabalık hızla arttı. Eylemler 31 Mayıs gecesi Ankara ve İzmir’de de görüldü. Eylemciler 1-2 Haziran’da şehirlerin belirli bölgelerinde toplanarak yolları ka- pattı, kamu binaları, banka ve dükkânlara zarar verdi. Bu eylemler ilk anda İstanbul’daki Gezi Parkı eylemlerine destek olmak için yapılırken sonrasında mevcut iktidara karşıtlık özelliği kazandı.
1-15 Haziran 2013 tarihleri arasında güvenlik güçleri ile eylemciler arasında çatışmalar yaşanırken hükûmet yetkilileri, eylemcilerin temsilcileri ile görüşmelerde bulundu. Bu görüşmelerde kendilerine Taksim Dayanışma Platformu adını veren bir grup şu taleplerde bulundu:
• Gezi Parkı, park olarak kalmalıdır.
• Bazı illerin (İstanbul, Ankara, Hatay) valileri ve emniyet müdürleri görevden alınmalıdır.
• Gaz bombası vb. materyallerin kullanılması yasaklanmalıdır.
• Gözaltına alınanlar serbest bırakılmalı ve haklarında soruşturma açılmamalıdır.
• Taksim ve Kızılay başta olmak üzere Türkiye’deki tüm meydanlarda toplantı, gösteri ve eylem yapma yasağına son verilmelidir.
• Hükûmet, üçüncü havalimanı ve üçüncü köprü gibi projeleri iptal etmelidir.
Yapılan bu görüşme, eylemcilere dair kamuoyunda hâkim olan “örgütlü olmayan genç göstericiler” algısını yıkmıştır. Gösterilerin Gezi Parkı’nın korunmasından ziyade çok sayıda projeye, ülkenin birlik ve bütünlüğüne karşı yapıldığını ortaya çıkarmıştır.
Güvenlik güçlerinin 15 Haziran 2013’teki müdahalesiyle park alanı boşaltıldı ve eylemlerin etkisi giderek azaldı. Gezi Parkı Olayları, organizasyonundan yürütülmesine kadar her aşamasıyla arka plandaki güçlerin gerçek niyetlerinin gün yüzüne çıkmasını sağladı. Bu olayların başlamasında her ne kadar vatandaşların çevre duyarlılığı etkili olduysa da sonradan hükûmetin ekonomik alanda ve demokratikleşme alanında attığı adımlardan hoşnut olmayan kesimlerin yönlendirmesiyle olaylar fark- lı bir boyut kazandı. Süreç, bu kesimlerin “yaşam tarzına müdahale edildiği” (alkol yasağı, 3 çocuk, dindar gençlik, eğitimde 4+4+4 sistemi vb.) iddiaları üzerinden yürüdüğü için bu istekler masum ve haklı görünen talepler olarak sunuldu.
Türkiye’nin son yıllarda dış siyasetteki etkin yapısı, iç siyasetteki toplumsal barışı sağlamaya yö- nelik politikaları ve ekonomik verilerdeki yükselişin sürece etki ettiği söylenebilir. Aynı zamanda hükû- metin politikalarından rahatsız olan bazı iş çevreleri, medya organları aracılığıyla halkı kışkırtmaya çalışmışlardır. Gezi Parkı eylemlerinde farklı sermaye gruplarının iş birliğinin ve yabancı istihbarat güçlerinin etkisi olsa da eylemcilerin büyük kısmı, bu etkilerden habersiz olarak kendi istekleri doğrul- tusunda eylemlere katılmışlardır.
Taksim Gezi Olayları döviz kuru, faiz oranları, borsa endeksi ve TCMB rezervlerine dolayısıyla Türk finans sistemine etki etmiştir. 2013 Mayıs ayından sonra döviz kuru devamlı artarken faiz oranları son dört yılın en yüksek seviyesine ulaşmıştır. TCMB, son dört yılın en büyük rezerv kaybını yaşamıştır.
En öz tanımla tabanı ibadet, ortası ticaret, tavanı ihanet çetesi olan FETÖ/PDY (Paralel Devlet Yapı- lanması), kendine has yapısı olan bir cemaat olarak 1960’larda ortaya çıkmış ve hukuk devletini ortadan kaldırarak zümre egemenliğine dayalı bir devlet kurmayı hedeflemiştir. Dinî referanslarıyla ön plana çıkan örgüt, zamanla toplum ve devlet yaşamında din hizmetlerini aşan bir yapılanma ile eylemlere baş- lamıştır. Türkiye’de yaşanan siyasi, sosyal ve ekonomik süreçlerden istifade eden FETÖ, ulusal ve ulus- lararası güç merkezleri ile ilişkilerini geliştirerek devamlı büyümüştür. Takiyecilik ve “Amaca ulaşmak için her yol meşrudur.” anlayışlarını temel düstur edinmiştir. Toplumsal desteğini artırmak ve güçlenmek için insanların özlem duydukları tarihsel ihtişamı ve İslam inancını araç olarak kullanmıştır.
Cemaatin örgütsel gelişiminde 1980 Askerî Darbesi’ne kadar ışık evleri ve dershaneler üzerinden yürütülen sızma hareketleri ve antikomünist bir duruş söz konusu olmuştur. 1980’li yıllarda okullaşma ve kamu kurumlarındaki kadrolaşma hareketini sürdüren cemaat, sonraki yıllarda holdingleşerek banka kurmuş ve eğitim, sağlık, finans, taşımacılık, medya gibi sektörlerde çalışmalara başlamıştır. 28 Şubat 1997’de yaşanan postmodern darbeye destek veren Fetullah Gülen, 1999’da ABD’ye gitmiştir. Gülen, bu tarihten sonra dinler arası diyalog, ılımlı İslam gibi kavramları kullanmıştır.
FETÖ, devlet kurumları ve sivil toplum olmak üzere birbirinden özerk iki yapılanmadan oluşmuştur. Örgütün alt birimleri modüler bir yapıda olup hücre tipi örgütlenme modelini uygulamıştır. Paralel yapı- lanmaya bağlı yöneticiler, kendilerine verilen talimatı gereğini sorgulamadan mutlak itaat içinde yerine getirirler.
Örgüt kendine ait tanımlamalarda “hizmet hareketi”, “camia” gibi ifadeler kullanmıştır. Sorgusuz itaat edilen kişi Fetullah Gülen’dir. Din, siyaset ve para üçgeninde etkinliğini artırarak örgütü geliştiren Fetul- lah Gülen, ağlamaklı tarzı ve fiziksel ögeleri de katarak kullandığı hitabetleriyle kendisine bağlı bir grup oluşturmuştur.
Türkiye’de 1950-1960’lı yıllarda ülke içinde yaşanan göçlerle şehre yerleşen fakat eğitim-öğre- tim için imkânları yeterli olmayan ailelerin çocukları, FETÖ gibi yapılanmalar için istismar alanı oluş- turmuştur. Devlet yönetiminden kaynaklı zaaflardan istifade eden FETÖ, 1970’li yıllarda bir yandan toplumsal tabanını oluşturmaya çalışırken bir yandan da kamu kurumlarında kadrolaşmaya başla- mıştır. Örgütün temel amacı anayasal düzeni yıkmak ve kendi egemenliğinde bir devlet kurmaktır. Uzun yıllar dinî hassasiyetleri ön plana çıkartan ve askerî vesayete karşı olduğunu iddia eden Fetullah Gülen, 12 Eylül Darbesi sonrası “Ümidimizin tükendiği yerde Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.” ifadelerini kullanmıştır. 12 Eylül sonrası FETÖ, Tür- kiye’de “okullaşma” ve kamu kurumlarındaki “kadrolaşma” noktasında önemli mesafeler almıştır. Bu yıllarda şirketler, finans kurumları ve iş adamları dernekleri ile büyük bir ekonomik yapıya sahip olmuştur. Örgüt 1980-2014 yılları arasında paralel devlet yapılanması özelliğini geliştirerek varlığını sürdürmüştür. Dinî bir referans ortaya koymasına rağmen 28 Şubat sürecinden güçlenerek çıkması bu özelliklerinin bir sonucu olmuştur.
2000’lerin başı örgütün Türkiye ve dünya çapında büyüdüğü dönemdir. Örgüt siyasi ve ekonomik olarak büyük güce ulaşmış, kamu kurumlarında kadrolaşmaya devam etmiştir. İktidarın bürokratik vesayete karşı müdahale- si FETÖ’nün yayılma alanını daha da geniş- letmiştir. Toplumsal desteği fazla olmasa da örgüt, büyük bir ekonomik ve bürokratik güce sahip olmuştur. FETÖ bu yapılanmasıyla ülke- de adliye, mülkiye, askeriye, eğitim ve emniyet başta olmak üzere bütün devlet kurumlarında kadrolaşmıştır. Örgüt, paralel devlet yapılan- ması çerçevesinde istihbarat, bilişim, özel ka- lem ve personel başkanlıklarını ele geçirmiş ve bu durumun sağladığı avantajları sonuna kadar kullanmıştır.
Paralel yargıçların ve polis şeflerinin yolsuz- luk adı altında millî iradeye saldırıda bulunduk- ları 17/25 Aralık 2013 Darbe Girişimi’nde, klasik darbelerden farklı yöntem ve mekanizmalar kullanılmıştır. Bu darbe girişimi, toplumun hassasiyetleri kullanılarak geliştirilen 40 yıllık bir örgütlenmenin 17/25 Aralık 2013’te illegal yöntemlerle siyasal ikti- darı devirme çabasının gün yüzüne çıkmasıdır. Toplum bu olayın arkasındaki yapılanmayı görmüş ve oluşturulmak istenen algı toplumda karşılık bulmamıştır. Devlet 17/25 Aralık sonrası kurumlarında ve orduda örgüt mensuplarını temizleme yolunda adımlar atmıştır. 2015 yılında örgütün medya ve finans unsurlarına darbeler vurulmuş, yargıdaki gücü kırılmıştır. TSK içine sızmış FETÖ mensuplarında yakla- şan YAŞ (Yüksek Askerî Şûra) sürecinde silahlı kuvvetlerden tasfiye korkusu başlamıştır. TSK içindeki FETÖ mensupları 15 Temmuz 2016’da Pensilvanya’da bulunan terörist başı Fetullah Gülen’den aldık- ları talimatla iktidarı devirip Türkiye’yi işgal etmek için harekete geçmişlerdir. Bu kalkışma girişiminde TBMM, köprüler, kavşaklar, stratejik noktalar ve sivil vatandaşlar karadan ve havadan bombalanmıştır. Türk milletinin gösterdiği şanlı direniş kalkışmayı başarısız kılmıştır.
15 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Türk milletinin bekasına yönelik yapılan hain kalkışmayı önlemek için canını çekinmeden feda eden Şehit Astsubay Kıdemli Başça- vuş Ömer Halisdemir (Görsel 5.42), Özel Kuvvetler Komutanlığına girmeye çalışan darbeci general Semih Terzi’yi, Genelkurmay Özel Kuvvetler Komutanı Korgeneral Zekai Aksakallı’dan aldığı “vur” emri üzerine alnından vurarak öldürmüştür.
Tuğgeneral Semih Terzi’nin yanında bulunan cuntacı askerler tarafından şehit edilen Ömer Ha- lisdemir, büyük bir kahramanlık örneği göstererek 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin seyrini değiştir- miş ve demokrasinin temsili hâline gelmiştir. Şehit Ömer Halisdemir’in adı “Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi”ne verilmiştir. Türk halkı, yeni doğan çocuklara Ömer Halis Demir’in adını vererek bu kahramana duyduğu sevgiyi göstermiştir.
20. yüzyılın ikinci yarısında yetişen Türk bilim insanları, kendi alanlarında dünyada ilk sıralarda yer almışlardır. Ön plana çıkan Türk bilim insanlarının birçoğu bilimsel çalışmalarını yurt dışında gerçek- leştirmiştir. Bu bilim insanlarının isimleri dünya literatürüne girmiş ve eserlerine binlerce atıf yapılmıştır. Dünyada en genç yaşta profesörlüğe yükselen Oktay Sinanoğlu, yüzyılın beyin cerrahı olarak adlandırı- lan Gazi Yaşargil, İslam bilim tarihçisi Fuat Sezgin ve Nobel ödüllü Aziz Sancar bilime hizmet eden Türk bilim insanlarına örnek olarak verilebilir.
EN GENÇ PROFESÖR OKTAY SİNANOĞLU
“Millet; ülkesinin, dininin, tarihinin elinden alınmasına ve Türk adının tarihten silinmesine izin vermeyecektir.”
Babasının başkonsolos olarak görev yaptığı İtalya’nın Bari kentinde doğan Oktay Sinanoğlu, Kaliforniya Üniver- sitesi Berkeley Kimya Mühendisliğini birincilikle bitirmiştir. Yale Üniversitesinde yardımcı profesör olarak çalışmaya başlamıştır. “Atom ve moleküllerin çok elektronlu kuramı” ile profesörlüğe adım atmıştır. Temel fizik kanunlarından baş- layarak çeşitli maddelerin kimyasal ve fiziksel özelliklerini bulmak için gerekli bu temel kuramla 50 yıldır çözüleme- yen bir matematik kuramını bilim dünyasına kazandırmıştır. Harvard Üniversitesinde kendisinin bulduğu “yeni kuantum kimyası ve fiziği” üzerine dersler vermiştir. 26 yaşında pro- fesör olan Oktay Sinanoğlu (Görsel 5.43), Yale Üniversitesi tarafından son 300 yılda dünyanın en genç profesörü unva- nıyla dünyaya tanıtılmıştır.
Kalıtımı sağlayan DNA molekülünün yapısının neden çift sarmal olduğu ve bunu bir arada tutan kuvvetlerin ne olduğu üzerine yaptığı çalışmasıyla (solvofobik kuramı) moleküler biyolojinin kurucuları arasına katılmıştır. Yüksek enerji fiziği üzerine çalışmış ve “maddeyi oluşturan yeni sekiz temel tanecik ve özellikleri kuramı”nı bulmuştur. 1966’da Tübitak Bilim Ödülü’nü alan ilk kişi olmuştur. Atom fiziği üzerinde çalışmış ve “atom fiziğinde atomların yapısı ve elektronik özellikleri kuramı”nı bulmuştur. Bu kuramın gök fizik alanındaki uygulamalarıyla güneş ve yıldızlardaki kimyasal ögeler hesaplanabilir hâle gelmiştir. Oktay Sinanoğlu, matematiksel kimyanın ortaya çıkmasına da önayak olmuştur. Almanya’nın en yüksek bilim ödülü olan “Alexander von Humbolt Bilim Ödülü”nü almıştır.
Oktay Sinanoğlu, bilimsel çalışmalarının yanında sosyal meselelere ve memleket sorunlarına da kafa yormuş, eğitimin Türkçe yapılması gerektiği üzerine konuşmalar yapmıştır.
NOBEL ÖDÜLLÜ KİMYACI AZİZ SANCAR
“Çoğu insan zekâya inanır, ben inanmıyorum. Bizi birbirimizden ayıran emektir, ben çalışmaya inanıyorum.”
2015 Nobel Kimya Ödülü “hücrelerin hasarlı DNA’yı nasıl onardıkları ve genetik bilgiyi nasıl korudukla- rını moleküler düzeyde belirleme” alanındaki çalışmalarından dolayı Tomas Lindahl (Tamıs Lindal), Paul Modrich (Pol Modrik) ve Aziz Sancar’a (Görsel 5.44) verilmiştir. Aziz Sancar, bilim alanında Nobel ödülü kazanan ilk Türk bilim insanı olmuştur. Aynı zamanda gelişmekte olan ülkelerde bilimin ilerlemesi için faa- liyetlerde bulunan Dünya Bilim Akademisinin (TWAS) Nobel Kimya Ödülü’nü kazanan yedinci üyesidir.
Aziz Sancar, Mardin’in küçük bir kasabasında sekiz ço- cuklu bir ailenin yedinci çocuğu olarak doğmuştur. İstanbul Tıp Fakültesini 1969 yılında bitirmiş, Dallas Texas Üniversi- tesinde Moleküler Biyoloji dalında doktorasını tamamlamıştır. Yale Üniversitesinde DNA onarımı dalında doçentlik tezinden sonra DNA onarımı, hücre dizilimi, kanser tedavisi ve biyo- lojik saat üzerinde çalışmalarını sürdürmüştür. 415 bilimsel makale ve 33 kitap yayımlamıştır.
Aziz Sancar, DNA’nın kendini nasıl onardığı üzerine çalışmalar yapmıştır. Ultraviyole radyasyonlarının neden olduğu mutasyonları tanıyan
enzimleri keşfetmiş ve daha sonra hasarlı genetik kodu kaldırmak için DNA’yı kesmiştir. Sancar’ın ilk buluşu Yale Üniversitesinde E. coli bakterisi ile ilgilidir. Bu buluşla insanlarda DNA onarımı çalışmaları de- taylandırılmıştır.
İSLAM BİLİM TARİHÇİSİ FUAT SEZGİN
“Amacım, İslam topluluğuna mensup insanlara İslam bilimlerinin gerçeğini tanıtmak, benlik duygularını olumsuz etkileyen yanlış yargılardan onları kurtarmak ve ferdin yaratıcılığına olan inancı onlara kazandırmaktır.”
24 Ekim 1924’te Bitlis’te doğan Fuat Sezgin, Alman şarkiyatçı Helmut Ritter (Helmut Riter) tarafından verilen bir seminere katılmış ve onun etkisi altında kalarak İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Araştırma- ları Enstitüsüne kaydolmuştur.
1947 yılında Bedî ilminin tekâmülü konusundaki tezini bitirdikten sonra, Helmut Ritter´in danışmanlı- ğıyla Ebû Ubeyde Me’mar ibn el-Musennâ´nın “Me- câz’ul-Kur’ân”ındaki filolojik tefsirini konu alan ikin- ci bir tez hazırlamıştır. Fuat Sezgin, doktora tezi için araştırmalarını sürdürdüğü “Mecâz’ul-Kur’ân”dan bazı bölümlerin Muhammed el-Buhârî’nin hadis kitabından alındığını fark etmiştir. “Buhârî´nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar” adındaki takdim tezini 1956 yılında yayım- lamıştır.
1960 Askerî Darbesi sonrası üniversitelerden men edilen 147 akademisyen arasında bulunan Sezgin, çalışmalarını yurt dışında sürdürmüştür. 1965 yılında Câbir İbn Hayyân konusunda ikinci doktora tezini Frankfurt Üniversitesinde yazmış ve bir yıl sonra profesör unvanını kazanmıştır.
Fuat Sezgin, sahasında yazılan en kapsamlı eser olan 17 ciltlik “Arap-İslam Bilim Tarihi”nin ilk cildini, 1967 yılında yayımlamıştır. Bu eserde Kur’an ve hadis ilimleri, fıkıh, kelam, tasavvuf, İslam’da kartografya, İslam felsefesi tarihi, tarih, şiir, tıp, farmakoloji, zooloji, veterinerlik, simya, kimya, bota- nik, ziraat, matematik, astronomi, astroloji, meteoroloji, dil bilgisi, matematiksel coğrafya gibi pek çok alanda bilgiler aktarmıştır.
Fuat Sezgin, 1982’de Johann Wolfgang Goethe Üniversitesine bağlı Arap-İslam İlimleri Tarihi Ens- titüsünü kurmuştur. Ayrıca Frankfurt´ta İslam Bilim Tarihi Müzesi kurmuştur. Bu müzede İslam kültür çevresinde yetişen bilim insanlarının buluşlarına dair sekiz yüzden fazla örnek sergilenmektedir. Aynı binada Fuat Sezgin’in dünyanın her yerinden büyük bir özenle topladığı 45 bin cilt kitaptan oluşan Bilimler Tarihi Kütüphanesi bulunmaktadır. Bu kütüphanedeki bazı kitaplar sahasında orijinal ve tek nüsha olma özelliğini taşımaktadır. Prof. Dr. Fuat Sezgin’in çalışmalarıyla yaklaşık 700 eseri barın- dıran ikinci bir müze, 2008 yılında İstanbul Gülhane Parkı içerisinde açılmıştır. Açılan bu müzeler, Müslüman bilim insanlarının yüzyıllar boyu insanlığa armağan ettiği icat ve keşifleri, bilim tarihinin de- ğişik disiplinlerdeki evrimini kapsamlı bir şekilde ortaya koymuştur. Sistematik bir düzenle sergilenen eserler, İslam bilim dünyasının büyük keşif ve muazzam buluşlarını gösterirken bu keşif ve buluşların değişik yollardan Avrupa’ya geçip orada kabul gördüğünü ve geliştirildiğini de göstermektedir. Fuat Sezgin 30 Haziran 2018 tarihinde vefat etmiş ve İstanbul Gülhane Parkı’na defnedilmiştir.
YÜZYILIN BEYİN CERRAHI GAZİ YAŞARGİL
“Mesela elma bir bütündür. Ama portakal dilim dilimdir. Beyin de portakal gibi dilim dilimdir ve o dilim- lerin arasında su yolları bulunur. Benim yapmaya çalıştığım o su yollarını ameliyat mikroskobu altında inceleyerek beynin hastalıklı bölümüne girmektir.”
Prof. Dr. M. Gazi Yaşargil, 6 Temmuz 1925’te babasının kaymakamlık yaptığı Diyarbakır’ın Lice ilçesinde doğmuştur. 1943’te Almanya Friedrich Schiller (Firedrik Şiller) Üniversi- tesinde tıp tahsiline başlamış, İsviçre Basel Üniversitesinden 1949’da mezun olmuştur. 1965’te profesör, 1973’te ordinaryüs profesör olmuştur.
1957-1965 yılları arasında parkinson hastalığı ve diğer ha- reket bozukluklarının tedavisine yönelik ameliyatlar yapmıştır. Zürich Üniversitesinde Fizyolog Profesörü Oscar Wyss’in (Os- kar Vis) yardımıyla ilk defa yüksek frekanslı koagülasyon tek- niğini kullanmıştır.
1965-1966 yılları arasında Amerika’da Burlington-Vermont Üniversitesinde hayvan laboratuvarında mikrovasküler cerrahiyi öğrenmiş ve bu tekniği ilk defa hayvan beyni damarlarında uygulamıştır. Üç atar damarı tıkalı bir hastaya Zürich Kliniğinde Ekim 1967’de yeni bir atar damar bağlamayı başarmıştır. Zürich Beyin Cerrahisi Klini- ğinde mikrotekniği ve omurilik yollarının açılım yöntemini, tüm beyin ve omurilik cerrahisinde kullanmaya başlamıştır. Mikronöroşirurji üzerine sekiz kitap yayımlamıştır.
Ekim 1994’te Amerika’da Arkansas Üniversitesinde kendisine profesörlük görevi verilmiştir. Nöroşirurji Kliniği Şefi Profesör Ossama Al-Mefty ile ABD’de ilk Mikronöroşirurji Merkezini kurmuştur. Profesör Yaşargil ismi altında Oxford-İngiltere, Little Rock-ABD ve Beijing-Çin’de mikrocerrahi laboratuvarları kurulmuştur. Amerika Nöroşirurji Cemiyetinde ve Türk Nöroşirurji Cemiyetinde “Yıllık Yaşargil” dersleri verilmektedir. Zürich İsviçre Tıp Fakültesinde Kasım 2014’te “Yıllık Yaşargil” konferansları başlatılarak Gazi Yaşargil’in (Görsel 5.46) Zürich Üniversitesindeki çalışmaları onurlandırılmıştır. Kendisine yüzyılın beyin cerrahı ve dünya tıp tarihine geçen 50 hekimden biri unvanı verilmiştir.
Türkiye 2000’li yıllarda ASELSAN, ROKETSAN, TUSAŞ, OTOKAR ve TÜBİTAK gibi devlet kurum- ları ve özel sermayeli savunma kuruluşları ile birbirinden önemli askerî projeleri hayata geçirmiştir. Bu kurumların projeleri bir yandan Türkiye’nin başarabileceklerini ortaya koyarken diğer yandan Türkiye Cumhuriyeti’nin teknolojik dışa bağımlılığının azaltılmasını amaçlamıştır.