Asya ve Afrika’daki Sömürgecilik Faaliyetleri ve Bağımsızlık Mücadeleleri Çerçevesinde Meydana Gelen Olaylar

Avrupa Sömürgeciliğine Karşı Başkaldırı

XX. yüzyılın başlarında zirveye çıkan sömürgecilik, II. Dünya Savaşı sonrasında bitme noktasına geldi. I. Dünya Savaşı’ndan beri Asya ve Afrika’da olgunlaşan milliyetçi hareketler 1929 Ekonomik Buh- ranı’yla güçlendi ve 1945’ten sonra sömürge konumundaki ülkeler bağımsızlıklarını kazanmaya başladı.

II. Dünya Savaşı’nda eski sömürge sisteminin zayıflığı ortaya çıktı. Savaş yıllarında sömürgeler daha bağımsız hareket edebildi ve sömürgelerin ulusal kimlikleri gelişti. Savaş, Avrupalı ulusları kurtarmak için askere alınmış yüz binlerce Hintli ve Afrikalıya kendi yaşam koşulları ile Avrupalılarınkini karşılaş- tırma fırsatı verdi. Yerli halklar, ülkelerinin zenginliklerinin yabancılarca sömürülmesine son verilmesi gerektiğini savundular. Avrupa’da eğitim alan sömürge halklarının seçkinleri, milliyetçilikle demokrasiyi öğrenmiş olarak bağımsızlık talebinde bulundular. Mahatma Gandi, Suharto, Ho Şi Min gibi liderler top- lumsal hareketlere yön verdiler.

Savaşın sona ermesiyle sömürge sisteminde pek çok sorun ortaya çıkmaya başladı. Avrupalı dev- letler otoritelerini zorla uygulayabilecek güçte değildi. Batı Avrupa’nın bağımlı olduğu ABD, eski tarz sömürgeciliğe karşıydı. Birleşmiş Milletlerin tavrı da aynı yöndeydi. Soğuk Savaş Dönemi’nde sömürge- ler ve diğer bağımlı ülkeler, rakip süper güçlerden yardım isteyerek hareket alanlarını genişletirken bu devletler arasındaki görüş farklılıklarından da istifade ettiler.

Sömürülen ülkelerdeki milliyetçilik ve sosyal devrim, yabancıların siyasi ve ekonomik sömürüsüne başkaldırı niteliği kazandı. Sömürülen ülkelerdeki bu başkaldırı, her şeyden önce Avrupalıya yöneldi. Milliyetçilik aynı zamanda yoksulluğa karşı bir mücadele özelliği de yansıttı. Toplumun büyük kesiminin fakirliğine karşın küçük bir azınlığın zenginliğe sahip olması sömürülen halklar arasında tepkiye sebep oldu. Bu halklar ekonomik yapının mevcut hâlini sömürgeci güçlerin adaletsizliğine ve kayıtsızlığına bağladılar. Bu şartlar altında sömürgeci egemenliğinde bulunan bölge ve ülkeler kendi içlerinde ör- gütlenmeye başladılar. Yirmi yıldan az bir sürede, 1945’ten 1965’e kadar Avrupa’nın Asya, Afrika ve Endonezya’daki hemen hemen tüm sömürgeleri bağımsızlıklarını kazandı. Onları 1970 ve 1980’lerde diğer sömürgeler izledi ve Britanya’nın 1999’da Hon Kong’u Çin’e devretmesiyle sömürge çağı simgesel olarak sona erdi.

Hindistan ve Pakistan

18. yüzyılın ortalarından itibaren İngiliz sömürgesi olan Hindistan’da yerli halk İngiliz yönetimine karşı çetin mücadeleler verdi. Hindistan, bağımsızlığını kazanmak amacıyla I. Dünya Savaşı’nda İn- giltere’ye 985 bin asker verdi. Oysa İngiltere, savaş sonrasında Hindistan’a vadettiği hakları vermedi. II. Dünya Savaşı başlayınca İngilizler, Hindistan’ın Müttefikler yanında savaşa girdiğini ilan etti. Hin- distan’daki Kongre Partisi, hükûmetten çekildi ve Hindistan’a tam bağımsızlık verilmedikçe İngilizleri desteklemeyeceklerini ifade etti. Bunun üzerine İngiliz yönetimi, her türlü bağımsızlık vaadini redde- derek tüm muhalefeti baskı altına aldı ve ulusal hareketin başını çekenleri tutukladı.

1945, İngiliz yönetiminin büyük güçlüklerle karşı karşıya kaldığı bir yıl oldu. 1945’te Kongre Partisi ile Müslüman Birliği arasında bir yakınlaşma oldu. İngiltere, 3 Haziran 1947’de İngiliz-Hint İmparator- luğu’nun Hindistan ve Pakistan olarak iki ayrı ülkeye bölünmesinin planlandığını duyurdu. 15 Haziran 1947’de gece yarısı Pakistan ve Hindistan bağımsızlıklarını resmen ilan etti. Pakistan, toprakları Hin- distan’ın doğu ve batısında birbirinden 1800 kilometre uzaklıkta iki ayrı bölge üzerinde kuruldu. Doğu Pakistan 1971 yılında Pakistan’dan ayrılarak Bangladeş adıyla bağımsızlığını ilan etti.

20. yüzyılda İngilizleri bölgeden atmak için Hint halkının direnişinde Mahatma Gandi ve Muhammed Ali Cinnah isimleri ön plana çıktı.

Mahatma Gandi

Gandi, 1888-1891 yılları arasında Londra’da hukuk eğitimini aldıktan sonra Güney Afrika’da meslek haya- tına atıldı. Hint halkının kendi kendini yönetmesi yö- nündeki fikrini yaymak için mücadele verdi. İngilizlerin yaptığı uygulamalara karşı pasif direniş başlattı. Çıplak vücuduna bir beyaz bez sarıp, sadece keçi sütü ile bes- lenerek pasif direnişini sürdürdü.

Gandi’nin mücadele anlayışı düşmanı mahvetmeye değil, zafer kazanmaya yönelikti. Gandi’ye göre düş- manla iş birliği yapılmamalı, beraber olunmamalı ve çalışılmamalıydı. Bunun yanında düşmanlara zulmedil- memeli, fiziksel zarar da verilmemeliydi. ‘‘Eğer zalimlere karşı zalimlerin usullerini kullanırsak onlardan farkımız kalmaz.” diyordu.

Gandi, mücadelesinde Hindu-İslam birliğini ve ahimsayı (şiddetten kaçınma) savundu. 1930’da İngiltere’nin Hindistan’da (Harita 3.4) uyguladığı tuz vergisini protesto etmek için “Tuz Yürüyüşü”nü gerçekleştirdi. 1931’de İngiltere ile anlaşarak sivil itaatsizlik mücadelesini sona erdirdi. İngiltere’nin 1935’te Hindistan Hükûmeti Yasası’nı kabul etmesiyle sınırlı bir kendi kendine yönetim sağlanmış oldu.

Gandi, 30 Ocak 1948’de Delhi’de Müslümanlara olan sıcak ve barışçıl yaklaşımından hoşlanmayan Nathuram Godse (Naturam Gods) adlı Hindu bir fanatik tarafından öldürüldü. Tarihin en etkili sonuç alma yöntemlerinden olan sivil itaatsizlik ve şiddetsiz eylem, Gandi’nin insanlığa kattığı mücadele türleri oldu ve onunla sembolleşti.

Muhammed Ali Cinnah

1876’da Karaçi’de dünyaya gelen Muhammed Ali Cinnah (Görsel 3.8), Pakistan’ın kurucusudur. Hindistan Yarımadası’nın Hindistan ve Pakistan olarak iki ayrı devlete ayrılmasının İngiltere’ye kabul ettirilmesi, onun çalışmaları sonucunda gerçekleşmiştir.

Cinnah, Londra’da hukuk eğitimi almıştır. Önce Hindistan Ulusal Kongresi’ni desteklemiş sonra Tüm Hint Müslüman- ları Birliğine katılmıştır. İngiliz egemenliğine karşı Hindular ve Müslümanların siyasal birlik kurmasının gerekliliğini savunmuş- tur. İngiltere’nin 1935’te yayımladığı Hindistan Yönetim Yasası Cinnah’ı, Hindistan’da Hindularla Müslümanların bir arada aynı devlet çatısı altında yaşamalarına olanak kalmadığına inandır- mıştır. Cinnah, yaşadığı hayal kırıklıkları üzerine Müslüman mil- liyetçiliği hareketini başlatmıştır. Muhammed Ali Cinnah’ın ön- derliğinde başlayan ve gelişen hareket üzerine 1940’ta Lahor’da toplanan Müslüman Birliği Cemiyeti Kongresi’nde Hindulardan tamamen ayrı ve bağımsız bir Pakistan Devleti kurulması karar- laştırılmıştır.

Cinnah, uzun süren kararlı bir mücadele sonunda Hindistan Yarımadası’nın çeşitli coğrafi bölgelerine dağılmış ve farklı diller konuşan Müslümanları, tek bir ulus ve devlet altında toplamayı büyük oranda başarmıştır.

Emperyalist Devletlerin Afrika’daki İnsan Hakları İhlalleri

Fransa’nın Cezayir’i İşgali

Osmanlı egemenliğinde dayılar (valiler) tarafın- dan yönetilen Cezayir, 1830’da Fransa’nın işgaline uğradı. Fransa, Cezayir halkının işgal karşısında gösterdiği direnişi kırmak ve bağımsızlık yanlısı ha- reketlere engel olmak için askerî, siyasi, dinî, kültü- rel, ekonomik vb. her türlü baskı yolunu denedi.

Ülkedeki Fransız yönetimine ve onun uygula- malarına karşı uyanışta Abdülhamid Bin Badis’in önderliğinde 1931’de kurulan Cezayirli Müslüman Alimler Cemiyetinin büyük bir etkisi oldu. Bin Badis, görüşlerini “Dinimiz İslam, dilimiz Arapça, vatanımız Cezayir.” sloganlarıyla dile getirdi.

II. Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında orta- ya çıkan siyasi durum, Cezayir halkındaki bağımsız- lık düşüncesinin canlanmasını sağladı. Savaş son- rası 5 Ağustos 1945’te Cezayir’de yapılan törenlere katılanların Cezayir bayrağı taşımaları üzerine işgal kuvvetleri, gerçekleştirdikleri silahlı saldırıda tank ve savaş uçakları kullandılar. Yaşanan olaylarda en az 40 bin Cezayirli hayatını kaybetti. Bu olay, tarihe Setif Katliamı olarak geçti. Setif Katliamı, Cezayirliler tarafından soykırım olarak anılmaktadır.

1948-52 yılları Cezayir’de işgale karşı ayaklanmaya hazırlık yılları oldu. Bu amaçla kurulmuş olan Demokratik Özgürlüklerin Zaferi İçin Hareket adlı örgütün bünyesinde faaliyetler yürütüldü. Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra 1 Kasım 1954’te bir bildiriyle halk silahlı ayaklanmaya çağrıldı ve işgale karşı silahlı mücadele başlatıldı. Önce Avles ve Kabiliye’de başlatılan silahlı mücadele çok kısa sürede 30 şehirde koordineli ve eş zamanlı olarak yayıldı. Ayaklanmanın merkezîleştirilmesi amacıyla Ulusal Kurtuluş Ordusu adında bir teşkilat oluşturuldu.

Ayaklanmanın başlamasıyla özellikle kırsal böl- gelerdeki Cezayirliler kitleler hâlinde gerilla birlik- lerine katıldı. Ulusal Kurtuluş Cephesi sömürge sisteminin kaldırılması, bağımsız Cezayir’in kurul- ması, inançlara saygı gösterilmesi ve toprak refor- mu yapılmasını hedeflemişti. Bu durum Fransa’da tepkiyle karşılandı ve “Cezayir uzun süreden beri Fransız’dır. Bundan dolayı hiçbir ayrılık kabul edilemez.” şeklinde söylemlerde bulunuldu. Fransa bu ayaklanmayı bastırabilmek için tam an- lamıyla bir vahşet sergiledi. Cezayir’in her yerinde çok sayıda insan öldürüldü. Cezayir olayı, Bandung Konfransı ile uluslararası platforma taşındı. Ayrıca Birleşmiş Milletler gündeminde de yer aldı.

Cezayir’de 1 Kasım 1954’te başlayan ayak- lanma, Fransa’da iktidara gelen De Gaulle’ün (Dö Gol) 1962’de Evian Antlaşması’nı imzalayarak Ce- zayir’in bağımsızlığını tanımasıyla son buldu. Yeni kurulan devlet Cezayir Demokratik Halk Cumhu- riyeti adını aldı.

Tarihî bilgilere göre Cezayir’in bağımsızlık mü- cadelesi verdiği dönemde nüfusu 8-10 milyon civa- rındaydı. Fransız işgal kuvvetleri ülkedeki nüfusun %15’ini (yaklaşık olarak 1,5 milyon) öldürmüştü. Bu, her aileden en az bir kişinin hayatını kaybetme- si anlamına geliyordu.

Güney Afrika

Güney Afrika’da (Harita 3.6) nüfusun %20’sini oluşturan beyaz azınlık, büyük çoğunluğu yerli olan siyahi halk üzerinde ırk ayrımcılığını [apartheid (apartheyd)] esas alan bir terör yönetimi sergiledi. Eko- nomi, eğitim ve politikayı kendi tekelinde tutan beyaz yönetim siyahi insanları dışladı. En küçük suçlar bile en ağır şekilde cezalandırılmaktaydı. Madiba lakabıyla anılan Nelson Rolihlahla Mandela (Nelsın Rolilala Mandela), bu şartlardaki bir ülkede verdiği mücadele ile Güney Afrika’nın seçimle iktidara gelen ilk siyahi devlet başkanı oldu.

Nelson Mandela, 1942’de Witwatersrand (Vitvatırsrend) Üniversitesinin hukuk bölümünü bitirerek ülkenin ilk siyahi avukatı oldu. Irk ayrımına karşı yerli halkın kurduğu Afrika Millî Kongresi’ne katıldı (1944) ve kısa zamanda kongrenin Gençlik Birliğine başkan seçildi. Siyahilerin kurtuluş hareketinin liderlerinden biri oldu (1948).

Mandela; izinsiz yurt dışına çıkmak, halkı kış- kırtmak, sabotaj ve suikastlar düzenlemek iddialarıyla yargılan- dı. Mandela, halkın tamamının temsil edilmediği bir parlamen- tonun çıkardığı kanunlara uymak zorunda olmadığını savundu. Güney Afrika’nın beyaz yönetimi tarafından ömür boyu hapis- le cezalandırıldı (1964). Mandela ırk ayrımına karşı mücadele eden Afrikalı siyahilerin sembolü oldu.

1980’li yıllarda ırkçılığa karşı mücadelenin bütün dünyada yoğunlaşması üzerine adı geniş kitlelere yayıldı. 1990’da Devlet Başkanı De Klerk (Dö Klerk) tarafından serbest bırakılmasına, Güney Afrika siyahilerinin yanında birçok beyaz da sevindi. “Mü- cadele benim hayatımdır. Hayatımın sonuna kadar siyahilerin bağımsızlığı için mücadele edeceğim.” şeklinde ifade ettiği söz- leri, Mandela’yı halk arasında bayraklaştırdı.

Mandela, 1990’da hapisten çıkınca demokratik bir Güney Af- rika kurulması için çalıştı. 1994 seçimlerini kazanarak ülkenin ilk siyahi cumhurbaşkanı oldu. Afrikalılar, Mandela’yı bir özgürlük savaşçısı olarak kabul etti.

Orta Doğu’da Baas Rejimleri

İdeolojik Yapı ve Olgunlaşma

Suriye ve Irak’ta 1950’li yıllardan itibaren kendini hissettiren fakat iktidarı 1960’lı yıllarda ele geçiren Arap Baas Sosyalist Par- tisi, Arap milliyetçisi ve Marksist olan Salah Bitar ve Mişel Eflak tarafından 1943’te kurulmuştur. Baas, Suriye milliyetçiliğinden ziyade Arap milliyetçiliğini esas almıştır. Programında Suriye, Irak, Filistin ve Ürdün’ü bir araya getirmeyi hedefleyen Büyük Suriye projesi vardır. Parti programında; partinin millî, sosyalist, halkçı ve devrimci olduğu, tek bir Arap devletini hedeflediği ve dış politikada Arap milliyetçiliğini esas aldığı vurgulanmıştır.

BAAS REJİMİ: Yeniden doğuş anlamına ge- len Baas, Orta Doğu’da özellik- le Suriye ve Irak’ta ortaya çıkan siyasi bir harekettir. Arap sosyalizminin yöntemleriyle Arap dünyasında bir yeniden doğuş gerçekleştirmeye çalışan siya- sal anlayışa ve partilere verilen isimdir.

Baas ideolojisinin sosyalizme yakınlığı, bu ülkelerdeki tarihî yaşanmışlıkların bir sonucudur. Emperyalist Batı’ya olan karşıt- lık, Suriye ve Irak’ı Sovyetler Birliği’ne yakınlaştırmıştır. Parti, enerjisini Panarabizmden almıştır.

İktidara Giden Baas

1958 yılı, Suriye ve Irak’taki Baas partileri için uzun vadede iktidara giden yolu açacak gelişme- lere sahne oldu. 1958’de Suriye ile Mısır arasında Panarap idealinin (Harita 3.7) ilk somut adımı atı- larak Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) kuruldu. Irak, bu duruma Ürdün ile Arap Federal Birliğini kurduğunu duyurarak karşılık verdi. BAC’ın kuru- luşu, Hafız Esad’ın (Görsel 3.13) başını çektiği Baasçı subayların 1959 yılının sonuna doğru is- tifasına yol açtı. Suriye’nin 1961’de Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden ayrılmasıyla birlik dağıldı.

PANARABİZM: Verimli Hilal ve Büyük Suriye plan- larının yanı sıra Mısır, Suriye ve Lüb- nan’ın birleşme çabalarında da kendini gösteren Arap birliği hareketidir.

Baas, ilk olarak 1963’te Irak’ta yapılan askerî darbeyle iktidar oldu. Fakat bu ilk deneyim uzun sürmedi ve dokuz ay sonra karşı darbe yaşandı. Beş yıllık bir mücadelenin sonunda Irak’ta 35 yıl sürecek Baas rejimi, 1968’de iktidara geldi. Su- riye’de ise Irak darbesinin verdiği cesaretle ya- pılan darbe günümüze kadar devam eden Baas rejiminin temellerini attı. 1970’teki darbe sonrası Hafız Esad, 1971’deki halk oylamasıyla ülkenin ilk Nusayri devlet başkanı oldu. Baas, iktidara gelmesiyle yönetim kademe- sindeki Sünni ağırlığını ortadan kaldırmak için büyük tasfiye ha- reketine girişti. Yönetime karşı 1973’te özellikle Hama ve Hu- mus gibi kentlerde yoğunlaşan gösterilerde asker ve sivil halk arasındaki çatışmalarda birçok insan hayatını kaybetti. 1970’li yıllar, Suriye’de Esad’a karşı muhalefetin örgütlenmesinin hızlandığı yıllar oldu. Muhalifler içerisinde taraftarı en çok olan Müslüman Kardeşler (El-İhvan El-Müslimin), 1982’de Hama’da ayaklandı. Çeşitli kaynakla- ra göre bu olaylar esnasında hükûmet güçleri 10 bin ila 25 bin insanı öldürdü.

Irak’ta 1979’da yönetimi Saddam Hüseyin (Görsel 3.14) ele aldı. Saddam Hüseyin, yönetime hâkim olduğu yıllarda sistematik bir baskı ve korku politikası uygulayarak rejimin otoriter ruhunu canlandırdı. Irak’taki Baas rejiminin icraatlarından ilki, 1972’de ülkedeki enerji sektörlerinin millîleştirilmesi oldu. Rejim, bu politikasıyla ekonomik kalkınmayı sağlayarak hem halk nazarındaki yerini sağlamlaştırmak hem de Baas ideolojisi doğrultusunda ülkedeki yabancı güçlerin etkisini azaltmak istedi.

Suriye ve Irak’taki rejimler zamanla aile ve mezhep odaklı politikalar izlemeye başladı. Her iki ülke- nin kendi düzeninde uyguladığı şiddete dayalı ve hukuk dışı uygulamalar, Suriye’de Müslüman Kar- deşler muhalefetini, Irak’ta ise farklı Şii grupların ayaklanma ve isyan kültürünü temellendirdi. Saddam Hüseyin’in laik Arap milliyetçiliğine dönüşen katı rejiminin laik yönü Şiileri, Arap milliyetçiliği yönü ise Kürtleri rejime düşman bir tutum sergilemeye yöneltti. Suriye ve Irak’taki Baas rejimlerinin ortak paydası, etkin bir muhalefete izin verilmeyen tek partili otoriter rejim olmalarıydı.

Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri, iktidarları boyunca kendi sınırlarını aşan stratejik hedeflere nü- fuz etme çabalarına girişti. Suriye, kendisinden koparılmış olarak gördüğü Lübnan, Ürdün, Filistin ve Hatay’ı da kapsayan Şam merkezli Büyük Suriye’yi Panarap idealinin ön şartı olarak gördü. Irak ise Arap birliğinin Bağdat merkezli ve Basra eksenli bir alanda gerçekleşebileceğini düşünerek Kuveyt, Mezopotamya, Şattü’l Arap ve İran’ın Huzistan bölgelerini de kapsayan Büyük Irak idealini aynı he- defin ön şartı olarak gördü.

Dünyada Soğuk Savaş’ın yaşandığı dönemde Hafız Esad, başından beri Doğu’nun lideri Sovyetler Birliği ile sıkı ilişkiler kurarken Saddamlı Irak, 1991 Körfez Savaşı’na kadar Amerika ve Batı dünyası- nın sadık bir müttefiki oldu. Suriye’de ordu, Sovyetler Birliği’nin yardımlarıyla modernize edilip güçlen- dirilirken bürokrasinin genişletilmesi de başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinden alınan mali yardımlarla sağlandı. Saddam Hüseyin yönetimi ise Batı’nın Orta Doğu politikası açısından hem İran’daki İslami rejimin yayılmasını engelleme hem de Sovyet dostu Suriye’nin bölgesel güç olma yolundaki hesaplarını önleme görevini üstlendi. Saddam ve Hafız Esad dönemleri; siyasal yapıdan orduya, ekonomi politikalarından sosyal dönüşüme kadar birçok alanda benzerlikler gösterdi. Fakat aralarında yaşanan rekabet ve çıkar çatışması, iki ülkeyi birbirinden uzaklaştırdığı gibi Baasçılık ve Panarap idealinin içinin boşalmasına da sebep oldu.

Atatürk Önderliğindeki Türk Millî Mücadelesi’nin Bağımsızlık Mücadelesi Veren Milletlere Etkisi

Mustafa Kemal’in Anadolu’da emperyalistlere karşı başlattığı Türk Millî Mücadelesi, XX. yüzyılda emperyalizme ilk büyük darbeyi vurmuştur. Mustafa Kemal; Kurtuluş Savaşı’ndaki rolü ve savaş sonrası gerçekleştirdiği siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal alanlardaki inkılap hareketleriyle geri kalmış ve sömürge durumundaki milletlere örnek teşkil etmiştir.

Millî Mücadele yıllarında İslam dünyası emperyalizmin baskısı altındadır. Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır, Hindistan, Suriye ve Irak Müslümanları kendilerine önderlik edecek bir gücün arayışı için- dedirler. Hatta emperyalizme karşı ortak bir cephenin oluşturulması en büyük dilekleridir. Dönemin en güçlü emperyalist devleti olan İngiltere’nin İslam coğrafyasındaki sömürge uygulamaları Müslüman- ların tepkisini artırmıştır. İngiliz Başbakanı Lloyd George’un 26 Şubat 1920’de Avam Kamarasında söylemiş olduğu “Biz dünyanın en büyük İslam devletiyiz. Britanya İmparatorluğu nüfusunun dörtte biri Müslüman’dır.” şeklindeki sözleri, İslam dünyasındaki İngiliz egemenliğinin açık kanıtıdır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Batı emperyalizmi ve sömürgeciliğine karşı Türk milletiyle bütünleşerek verdiği savaş ve bu savaşın sonunda kazandığı zafer, mazlum milletlere bağımsızlık umudu vermiştir. Atatürk ilk kez Batılı emperyalistlerin mağlup edilebileceğini mazlum milletlere göstermiştir. Bu durum dünyada pek çok millet üzerinde etkili olmuştur. Bu etkinin Fas’tan Endonezya’ya kadar uzanan geniş İslam dünyasında ve birçok Afrika ülkesinde ne kadar derin olduğu, bu toplumların bağımsızlıkları- na kavuştuklarında ifade ettikleri Atatürk hayranlığında görülür. Tunus’ta Habib Burgiba’nın, Mısır’da 1952’de krallığı deviren Genç Subaylar Hareketi üyelerinin, Endonezya’da Sukarno’nun açıklama- ları bunu göstermektedir. Falih Rıfkı Atay, 1943’te Hindistan’da Gandi’nin kayınpederinin “Biz, Doğu milletlerinin Batı emperyalizminden tam bağımsızlıkla kurtulabileceğine Atatürk’ün zaferiyle inandık.” dediğini nakleder.

Atatürk ve Millî Mücadele, Hindistan’da Gandi, Pakistan’ın kurucusu Muhammed Ali Cinnah, Ceza- yir milliyetçileri ve Afrika ile Asya’nın diğer mazlum milletleri için örnek olmuştur. Cezayir’de Fransızla- ra karşı girişilen savaşta gönüllülerin kimliklerini öğrenmek isteyen Fransızlar, her defasında Mustafa Kemal’in kalpaklı fotoğrafını bulmuşlardır. Atatürk, ezilen milletlere sadece bağımsızlık mücadeleleri- ne girişme konusunda değil, inkılapçı hareketleri gerçekleştirme ko nusunda da yol gösterici olmuştur.

Sömürge durumundaki tüm İslam âleminde sevinçle karşılanan, diğer dinlere mensup olanlara da ilham kaynağı olan Türk Millî Mücadelesi, mazlum milletlere umut olurken emperyalist güçler için endişe kaynağı olmuştur (Harita 3.7). Batılı devletler Türkiye üzerindeki yeni istila planlarının tehlikeye girme- sinden ve çoğu Doğu’da olmak üzere sömürgeleri altındaki milletlerin bu mücadeleden cesaret alarak bağımsızlık arayışına girmelerinden endişe duymuştur.

Sömürgeciliğin Afrika’daki Siyasi ve Ekonomik Etkileri

Afrika’da yaşanan sorunların temelinde sömürgecilik vardı. Sınırlar, bölge halkını dikkate almadan Avrupa’daki diplomatik zeminlerde yapılan pazarlıklarla masa başında düz hat- lar şeklinde çizildi. Farklı dil, din ve kültürlere sahip etnik gruplar, birlikten yoksun bir şekilde geniş alanlarda toplatılarak çatışmala- rın zemini hazırlandı.

II. Dünya Savaşı sonrası Afrika’da yeni kurulan devletler bir ta- raftan önceki sömürge yapısını, idare kadrolarını ve adli kurumla- rını muhafaza ederken bir taraftan da parlamenter demokrasinin hâkim olduğu rejimler kurdular. Kısa süre sonra bu ülkelerdeki yö- netimler yerlerini askerî diktatörlüğe, tek partiye dayalı ve muhale- fetin saf dışı edildiği güdümlü demokrasilere bıraktı.

Afrika’da bağımsızlığını kazanan ülkelerin birçoğunda istikrar- sızlık, yolsuzluk, otoriter rejimler ve şiddet olayları görüldü. Baş- Görsel 3.17: Patrice Lumumba (1925-1961) kanlık sistemi ile idare edilen birçok ülkenin demokratikleşme süreçleri askerî darbeler, cuntalar ve askerî diktatörlüklerle sekteye uğradı. Afrika’da 1960 ve 1980 arası dönemde 70’ten fazla darbe yaşandı ve on üç lidere suikast düzenlendi. Emperyalist devletlerce çizilen sınırlar, birçok ülke için iç ve dış sorunlara neden oldu. Afrika toplumu, Avrupa’nın yüzyıllar boyunca geliştirdiği kurumlara sahip değildi. Halklar; köyle, klanla, etnik yapıyla sınırlı bir çerçevede yaşıyor ve gruba ait olmayanı düşman olarak görüyordu. Yeni kurulan devletlerdeki zayıf birlikteliği, etnik azınlıklar ve kabile grupları daha da zayıflatıyordu. Ruanda’da, Hutularla Tutsilerin çatışması binlerce insanın ölmesine neden olmuştu. Afrika’da dillerin parçalanmışlığı da bölünmeyi etkilemekteydi. Ayrıca farklı dinlere mensup toplumların birbirlerine olan düşmanlıkları da ayrılıkları artırmak- taydı. Kimi halklar, çizilen yeni sınırlarla farklı ülkelerin sınırları içinde kalmışlardı. Örneğin Ashantiler (Aşanti), Gana ile Altın Sahili arasında parçalanmışlardı.

Afrika’da ulusları adına bireysel zenginlikten feragat eden ahlaklı insanlar, dış güçler ve iş birlikçileri ta- rafından öldürüldü. Kongolu Patrice Lumumba [Petris Lumumba (Görsel 3.17)] ve Mozambikli bağımsızlık önderi Eduardo Mondlane’in (Edvardo Modliyn) öldürülmesi, bu duruma örnek olarak verilebilir.

Afrika’da belli bir ideolojik görüşe sahip olmayan kabile şefleri arasındaki çıkar çatışmaları, liberal değer- lerin geri plana atılmasına neden oldu. Bağımsızlığını yeni kazanan ülkeler, liberalizmin ilkelerini ve parla- menter rejimi reddettiler. Milleti savunmaya ve birliği muhafaza etmeye çalışan askerî sınıf, milliyetçi yönetici sınıfı oluşturdu. Bu sınıf, feodaliteye ve aristokrasiye karşı ekonomik kalkınmayı savunan fakat antidemok- ratik özelliklere sahip bir sınıftı.

Sömürgeci devletlerin kendi çıkarlarına göre kurmuş oldukları demir yolu ağlarının, yolların ve limanla- rın karmaşıklığı yeni bir ekonomik düzen oluşturma gayretindeki sömürülen devletleri zorladı. Bu ülkelerde aynı zamanda yerli sermayenin azlığı ve kalifiye eleman eksikliği ülke ekonomilerini olumsuz etkiledi. Afrika ülkeleri, belli ürünlerin ham madde üreticisi olarak kendi içlerinde rekabetle büyük sanayi güçlerine bağımlıydı. Fiyatlarda yaşanabi- lecek küçük düşüşler bütün ekonomik dengeleri altüst etmekteydi.

Afrika kıtasındaki bağımsızlık mücadeleleri II. Dünya Savaşı’n- dan sonra büyük bir hız kazandı. Özellikle İngiltere ve Fransa’nın II. Dünya Savaşı sonrası güçlerini kaybetmeleri, bölge üzerindeki hâkimiyetlerini kaybetmelerine neden oldu. 1951’de Libya, İtal- ya’dan; 1956’da Tunus ve Fas, Fransa’dan ayrılarak bağımsızlığı- nı kazandı. 1957’de Gana, Sahraaltı Afrika’da bağımsızlığını kaza- nan ilk devlet oldu.

Portekiz‘in Sahraaltı Afrika’dan çekilmesi 1975’e kadar sürdü. Rodezya (Zimbabve), 1965’te İngiltere’den ayrılarak bağımsızlığı- nı kazandı. Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki Aparthaid Rejimi ise 1994’e kadar sürdü.