İSLAM KÜLTÜR VE MEDENİYETİNDE SOSYAL VE EKONOMİK HAYAT

1. İSLAM VE TOPLUM

İnsan sosyal bir varlıktır ve insanlar topluluk hâlinde yaşarlar. Çeşitli sosyal gruplardan oluşan toplumda fertler, hayatın akışı içinde birbirleriyle münasebet kurar. İslam
toplumu sosyolojik açıdan Müslümanlardan oluşur. Teolojik açıdan ise İslami değerlerin egemen olduğu toplumun adıdır. Diğer bir deyişle Ümmet-i Muhammed ile aynı anlama gelir. Din insanlara ideal toplum düzeni vaat eder. İslamiyet sosyal hayatın tanziminde ilkeleri ve kurumlarıyla doğru yolu gösteren son ilahi dindir. Kur’an-ı Kerim, peygamberlerin insanları dine davet etmelerini, toplumu birliğe davet etmekle özdeş sayar. İslamiyet’in öngördüğü sosyal düzende; eşref-i mahlukat olan insanın maddi ve manevi varlığının korunması, kabiliyetlerini geliştirebileceği ortamların hazırlanması, toplumun huzur ve barış içinde yaşamasının sağlanması asıl amaçtır.

Cahiliye Dönemi’nde kadınlar, acizler ve köleler insan muamelesi görmediği gibi, güven ve adaletin çok zayıf olduğu bir ortam vardı. Hz. Muhammed (sav), böyle bir topluma peygamber olarak gönderildi. Bütün müminleri kardeş ilan edip, üstünlüğün kabile,
ırk ve sosyal statüde olmadığını bildirdi.

Hz. Âdem’den (as) başlayarak, tüm peygamberlerin öncüsü olduğu ideal toplum modeli, asr-ı saadette en ideal şeklini alarak mükemmelliğe ulaştı.

Kur’an’ın ifadesiyle, İslam toplumu fertlerin birbirine kenetlendiği, dayanışma içinde olan bir zümredir. Güce, zulme ve zevke dayalı toplum yapılarından farklıdır. İslam
toplumu içinde yaşayan Müslümanlar ve diğer inanç mensupları, ibadet, çalışma, sanat,
eğitim gibi çalışmalarını huzur içinde, rahatça sürdürebilir. Tevhid, barış ve hürriyet ilkelerine dayanan erdemli bir toplum yapısına sahiptir.

İslamiyet insanı yüceltir. Bu nitelikteki toplum İslam kültür ve medeniyetini geliştirmiştir. Çok geniş bir coğrafyaya yayılan İslam kültür ve medeniyeti değişik etnik köken ve inançtan insanı bünyesinde barındırır. Müslümanlar bunu beşerî bir zenginlik olarak görür. Farklı sosyolojik gruptan, farklı etnik kökenden ve inançtan oluşan İslam toplumunda herkese adil ve hakça davranılmıştır.

2. İSLAM TOPLUMUNU YÖNLENDİREN İLKELER

İslam toplumu ortak ilke ve ideallere sahip dengeli bir toplumdur. İslam toplumunu
yönlendiren bazı ilkeler vardır.

• Güven • Kardeşlik • İyiliği Emretme • Kötülükten Sakınma

• Yardımlaşma ve Dayanışma • Hakkı ve Adaleti Gözetme

2.1. Güven: Birine veya bir şeye bel bağlama, kişinin kendisine duyduğu itimat, cesaret, yüreklilik ve emniyet anlamına gelir. Korku ve kuşkudan uzak, inanma ve bağlanma duygusudur. Güven vermek, güven duygusu uyandırmak, itimat telkin etmektir. Güven insan ilişkilerinin temelidir. Güvenin olmadığı yerde iman da gittikçe zayıflamış ve etkisiz hâle gelmiştir.

Güven toplumu bir arada tutan en önemli sermayedir. Ekonomik istikrar, toplumsal
huzur, sosyal dayanışma ancak güven ile mümkündür.

Mümin, Allah’a inanan, O’na güvenen ve herkese güven veren demektir. Mümin aynı
zamanda, sadakat, vefa, emanet, güven ve sorumluluk abidesidir. Emanet Arapçada Emn kökünden gelir. Korku ve endişelerden uzak, güvende olmak, emin olmak anlamına gelir.

Kur’an’da sorumluluk verilen ve değerli kılınan her varlığın öncelikle güvenle ilişkisine dikkat çekilir. Kutsal kitapları getiren meleğin Ruhu’l-Emin sıfatına sahip olması, peygamberlerin ortak sıfatlarından birinin Emin olması, Mekke’nin Beledü’l –Emin
kılınması buna örnek olarak gösterilebilir.

İslam toplumunda güvenliği sağlamak amacıyla kurumlar oluşturulmuştur. Müslüman idarecilerin asıl görevi güvenliği sağlamaktır. Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed
(sav), Medine Sözleşmesi ile şehirde yaşayan Müslüman. Yahudi ve putperestlerle karşılıklı güvene dayalı bir ortam yaratmış ve şehri güvenli hâle getirmiştir.

Dört Halife Dönemi’nin ilk halifesi olan Hz. Ebubekir (ra) Dönemi’nde, şehirlerde
huzuru ve güven ortamını tesis etmek için özel güvenlik teşkilatı oluşturulmuştur.

Osmanlı Dönemi’nde ise güven ortamının güçlü olmasından dolayı bir çok topluluğun Osmanlı topraklarına sığındığını görüyoruz. Örneğin; İspanya’dan çıkarılan Yahudiler, Sultan 2. Bayezit tarafından İstanbul, Selanik ve İzmir gibi şehirlere yerleştirilmiş,
buna bağlı olarak 16. yy. Batılılar tarafından Osmanlı Barışı Çağı (Pax Ottomana) olarak nitelendirilmiştir. İsveç Kralı Demirbaş Şarl, güvenli bulduğu Osmanlı ülkesinde bir süre mülteci olarak yaşamıştır. 19. yy.da da Rusya’nın baskı ve zulmünden kaçan binlerce Macar, Osmanlı Devleti’ne sığınmış, ülkenin dört bir yanındaki gayrimüslimler can ve mal güvenliği içinde yaşamıştır.

Kur’an-ı Kerim’de de emanet ve güven ile ilgili önemli ayetler vardır. Örneğin;

‘’Ey iman edenler! Allah’a ve peygamberlerine hainlik etmeyiniz ki bile bile kendi emanetlerinize hıyanet etmiş olmayasınız.’’

(Enfal suresi, 27. ayet.)

 

2.2. Kardeşlik: Arapçada ahi kelimesine karşılık gelen kardeşlik, aynı anne ve babadan doğan veya ortak değerlere sahip olan kimseler olarak tanımlanır. Soy sop kardeşliğinin yanı sıra bir de aynı dine veya dünya görüşüne mensup olmayı ifade eden akide kardeşliği söz konuşudur.

İnsanlar Hz. Âdem (as) soyundan geldikleri için kardeş sayılırlar. Müslümanlar inanç,
amaç ve davranış birliği açısından birbirinin kardeşleridir. Erdemli toplumun oluşması için kardeşlik ahlakı ve kardeşlik hukuku gereklidir. Hucurat suresi 10. ayette der ki : “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup, düzeltin ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki O’nun merhametine nail olasınız.”

Müslümanlar birbirlerini Allah (cc) rızası için severler. İyi komşuluk ilişkileri, yardımlaşma, sevinç ve üzüntülerin paylaşılması, dayanışma , kardeşliğin gereğidir. Hz. Muhammed (sav) Müslümanların birbirlerine daima kardeşlik duygusuyla bağlı olmalarını, zulmetmemelerini, birbirlerini yalanlamamalarını, küçük görmemelerini ve ihanet etmemelerini öğütlemiştir. Yüce Peygamberimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmanına teslim etmez. Kim, mümin kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah’ da onun bir ihtiyacını giderir. Kim Müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu
sebeple Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir Müslümanın kusurunu örterse, Allah da kıyamet günü onun kusurunu örter.”

(Buhârî- Müslim)

Hz. Peygamber’in (sav) asırlar önce Medine’de Ensar ile Muhacir’i kardeş ilan etmesiyle ortaya çıkan kardeşlik hukuku, İslam toplumunu diğer toplumlardan ayıran en önemli
özelliklerden biridir .Müslümanların birbirine kenetlenmesi, destek olması dünyadaki adaletsizliklerin ve insan hakları ihlallerinin önüne çekilecek en etkili engel olacaktır.

2.3. İslam’da Dayanışma ve Yardımlaşma: Dayanışma ya da dayanışmak; toplum
fertlerinin, kişilerin ortak çıkarlarının sağlanması, bütünlüğün korunması için karşılıklı
olarak birbirlerine dayanıp, çeşitli alanlarda yardımlaşarak birbirini tamamlamalarıdır.
Sosyal dayanışma, çalışma güç ve kudretinde olmayan ya da çalışmakla ihtiyaçlarını tamamen karşılayamayan fakir ve yetimlerin, muhtaç ve düşkünlerin temel ihtiyaçlarının toplum tarafından karşılanmasıdır. Bu konudaki duyarsızlık ve ihmalkârlık toplumsal çöküntüyle sonuçlanır ki bundan o toplumun tüm fertleri zarar görür. Olması gereken bu toplumsal hassasiyetle alakalı Kur’an-ı Kerim’de çok önemli ayetler vardır. Örneğin:

‘’Verdiğiniz her hayır( sadaka) kendiniz içindir. Allah rızasını umarak yaptığınız her hayrın karşılığı size eksiksiz olarak verilir.’’

(Bakara suresi , 272. ayet.)

İslam toplumunda;

• Müslümanlar iyilik ve takva üzerine yardımlaşmaya davet edilir.
• İhtiyaç sahiplerinin gözetilmesinde aile fertleri, akrabalar, komşular vb. yakın olandan
başlanılması esastır.
• Çalışma gücü olmayan, çalıştığı halde ihtiyaçlarını karşılayamayan fakir ve yetimlerin,
muhtaç ve düşkünlerin temel ihtiyaçları toplum tarafından karşılanır.
• Karşılıksız yardım esastır.

İslam toplumu, yardımlaşma ve dayanışma sayesinde güçlenerek bu günlere gelmiştir. Hicret’in beşinci yılında kıtlık baş göstermiş, Peygamberimiz (sav) Mekkeli müşriklerin yardım isteğine olumlu cevap vermiştir. Bu olay İslam’da yardımlaşmanın insani
boyutunu göstermesi bakımından önemlidir. Ayrıca Medine Sözleşmesi’nde de manlar, Yahudiler ve diğer grupların birbirleriyle ilişkilerinin düzenlenmesiyle toplumsal
dayanışma bilincinin geliştirilmesi amaçlanmıştır.

2.4. İyiliği Emretme, Kötülükten Sakınma: İyiliği emredip, kötülükten sakındırma, İslam’ın temel dinamiğidir. Toplumda ortak şuurun oluşmasında etkilidir ve kadınlara, çocuklara, yaşlılara, çevreye, insan haklarına, toplumsal barışa, iş hayatına yönelik olumsuz davranışların yıkıcı etkilerinin ortadan kalkmasında bu şuurun yerleşmesi çok önemlidir. Kur’an’da bu hassasiyetle alakalı pek çok ayet-i kerime vardır. Fitne ve fesadın önlenmesi ve olumsuz eğilimlerin ortadan kaldırılmasında Kur’an-ı Kerim’deki bu ayet-i kerimelerin etkisi büyüktür.
‘’Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyilikle emreder, kötülükten nehyedersiniz.’’

(Âl-i İmran suresi , 110. ayet.)

‘’İnanan erkekler ve inanan kadınlar birbirlerinin dostudurlar. İyilikle emrederler, kötülükten sakındırırlar.’’

(Tevbe suresi, 71. ayet.)

İslam Devleti, Hisbe Teşkilatını kurarak, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma konusundaki sorumluluğunu yerine getirmiştir. Dinî konularda yeterli, bilgili kişiler
vaaz, irşad ve nasihatlerle iyiliğin gelişerek yayılması, kötülüğün zararlarından korunulması yolunda çaba harcayarak toplumu olumlu davranışlara yönlendirmeye çalışmışlardır. Dinî ve ahlaki hassasiyetlerin toplumda gelişmesine, kamu düzeninin sağlanmasına katkıda bulunmak her Müslüman’ın vatandaşlık borcu ve görevi sayılmaktadır.

2.5. Hak ve Adalet Gözetme: Hak kavramı doğruluk, gerçeklik, hakikat, sahip olunan yasal yeterlilik ve yetkiler anlamına gelir. Hukuk ise hak kelimesinin çoğuludur. Kur’an-ı Kerim’de hak ve adalet çok kesin ve güçlü şekilde vurgulanır.

Adalet, her şeyi layık olduğu yere koymak, doğru hüküm vermek, haksızlıktan sakınmaktır. Adaletin zıddı; zulüm, haksızlık, adam kayırmak gibi kötü davranışlardır.
Hz. Âdem’den (as), son peygamber Hz. Muhammed’e (sav) kadar gelen bütün peygamberler hak ve adalet anlayışını insanlara tebliğ etmek için gönderilmişlerdir. Hak ve adaleti tesis ederken insan ve toplumun menfaatini önde tutmuşlardır. Adaletten ayrılıp toplumlarına zulmeden Nemrut, Firavun gibi zalimlere karşı mücadele etmişler, bu mücadeleler Kur’an-ı Kerim’de temel konular olarak yer almıştır. Hakkın kapsamı çok geniştir. Hadisler, Allah (cc) hakkının yanı sıra din kardeşliği, anne- baba, eş, çocuk, akraba, arkadaşlık, dostluk, komşuluk, mal gibi haklar insanların birbirlerine karşı sorumluluğuna vurgu yapar. Hz. Peygamber (sav), kişinin üzerinde kendi bedeni ve organları da dahil olmak üzere, aile bireylerinin, dostların da hakkı bulunduğunu belirterek, onları ihmal edercesine bütün zamanı ibadetle geçirmenin bile yanlış olduğunu belirtir.

İslam dininde adalet kavramı, din, dil, ırk, cinsiyet ve ülke kavramı gözetmeden insanlara, insan olarak yaratıldıkları için eşit davranmak temeline dayanır.

 

Adalet, insanlar arası ilişkilerin sağlıklı yürümesini sağlayan en önemli kavramdır. Hakkı teslim etmek ve hukuka uygun davranmak anlamındaki adalet, insanların haklarına saygı duymak, herkese hak ettiğinin karşılığını vermek, liyakate uygun davranmak gibi erdemleri içerir. Hz. Ömer’in (ra) ‘‘Adalet mülkün temelidir’’ düsturu esas alınmıştır. Hiçbir şahsi ilişki adalet ilkesinden ayrılmayı geçerli hâle getirmez.

İslam hukuk sisteminde adaletle ilgili kurumlar yüce Peygamberimiz (sav) ile birlikte gelişmeye başlamıştır. Veda Hutbesi bir insan hakları beyannamesi olarak kabul edilebilir. İçeriğine bakıldığında kişinin yaşadığı toplumda ailesi ve çevresiyle olan ilişkileri ele alınmış ve kişilerin birbirleri üzerindeki hakları vurgulanmıştır. Bu esaslar İslam medeniyetinin gelişmesinde ve kurumsallaşmasında rehberlik etmiştir. Bu bağlamda İslam hukuk sistemi içinde kadılık, şurta, hisbe gibi kurumlar oluşturulmuştur.

İslam medeniyetinin en önemli kavramları olan hak ve adalet, sistemleşerek kurumsallaşmış ve uygulamalarda kendini hissettirmiştir. Ecdadımız Osmanlı Devleti’nde de gayrimüslimlere gösterilen adil ve hoşgörülü tutum sayesinde hakim oldukları bütün coğrafyalarda asırlar boyu barış ve huzur sağlanmıştır. Bu tutum sayesinde birçok gayrimüslim de hidayete ermiş ve İslamiyet’i seçmiştir. Osmanlı Devlet yönetimindeki “Daire-i Adalet” kavramı budur. Halkın karnının doyması, ihtiyaçlarının giderilmesi, huzur ve güven içinde yaşaması, ordunun ihtiyaçlarının karşılanması ve hazinenin doluluğu yöneticilerin ülkeyi adaletle yönetmesine bağlı olduğunun göstergesidir.

3. İSLAM TOPLUMUNDA SOSYAL HAYAT

3.1. Allah- İnsan İlişkisi: Kur’an’a göre Allah, yalnız üstün varlık değil, aynı zamanda var denmeğe lâyık tek gerçek varlıktır. Kâinatta kendisine denk olabilecek hiçbir şey yoktur. Varlık dünyasının merkezinde Allah vardır. İnsan olsun, diğer varlıklar olsun hepsi O’nun yarattıklarıdır ve varlık hiyerarşisinde O’nun aşağısındadırlar.

Allah’ın(cc) emir, nehiy ve tavsiyeleri insana yöneliktir. İnsana akıl ve irade vermiştir.
İnsan birçok yönüyle öteki canlılardan üstün yaratılmıştır. Kendisine verilen nimetlere
karşılık olarak Rabbini tanıması, O’nun iradesine uygun bir hayat yaşaması tavsiye edilir. Allah ve insan arasındaki bağ Kur’an-ı Kerim’de Kâf suresi 16. ayette “Allah kuluna şahdamarından daha yakındır.” denilerek belirtilmiştir. Kul iman vasıtasıyla yaratıcısı ile güçlü bir bağ kurar. Allah da (cc) kulunu sevdiğinde onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olur. Aşağıdaki dört unsurun insanın zihnine, kalbine ve davranışlarına yansımasıyla kulun yaradanına teslimiyeti gerçekleşir.

İman: Temeli tevhid inanışıdır. Yani Allah’ın (cc) varlığına ve birliğine tam bir teslimiyetle inanmaktır. Kısaca iman, peygamberler tarafından insana ulaştırılan ilahi emirleri, insanın diliyle söyleyip kalbiyle tasdik etmesidir.

İhlâs: İnsanın yaratıcısıyla ilişkisinde, yaşantısında, ibadet ve iyiliklerini çıkar kaygısı
gözetmeksizin sadece Allah’ın (cc) rızası için yapmasıdır. Hz. Peygamber de (sav) “Yâ Rabbi! Beni sana karşı ihlâslı bir kul yap.” diyerek dua etmiştir. İhlâs amellerin kabulünde ve fertlerin birbirlerine güvenmelerinde samimiyete dayalı ilişkilerin kurulmasını sağlar.

Takvâ: Müminin kendisini Allah’a (cc) yakınlaştıracak şeylere uyması, O’ndan uzaklaştıracak şeylerden kaçınmasıdır. Allah (cc) katında en değerli kimse takva sahibi mümindir.Takva sahipleri Allah’ın (cc) rahmetinden mahrum kalmaktan çekinir ve sosyal ilişkilerinde helal-haram, sevap-günah konularında hassasiyet gösterirler. Doğa, canlılar, kamu hizmetleri, kamuya ait mallar, vakıf, miras, işçi- işveren ilişkileri konularında hassas davranmak takva sahibi olmanın gereğidir.

İhsan: Kelime anlamı iyi davranma, iyilik etme, bağışlama ve bağışta bulunma demektir. İslami terim olarak ise müminin bir işi , bir davranışı en iyi ve güzel şekilde yapması anlamına gelir. Bütün iyiliklerin, her durumda nimet ve lütuf sahibinin Allah (cc) olduğuna, O’nun her şeyin sahibi olduğuna inanarak, sadece O’na yönelmektir

İhsan aynı zamanda kişinin başta anne ve babası olmak üzere insanlar karşısında sevgiye dayalı, özverili tutumunu da ifade eder. Muhsin, ihsan sahibi kişi demektir. Kur’an’da muhsin olma niteliğinde kişilerin özellikleri; öfkesine hâkim olabilen, affedici, hoşgörülü, sabırlı, aşırılıktan sakınan, kararlı, cesur, cömert, tok
gözlü gibi erdemlerle anlatılır.

“Hayır, öyle değil! Kim ihsan derecesine yükselerek özünü Allah’a teslim ederse, onun mükafatı Rabbi’nin katındadır. Artık onlara korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir.”

(Bakara suresi , 112. ayet.)

3.2. İnsan- İnsan İlişkisi: İnsan ilişkileri açısından Hz. Peygamber’in (sav) yaşantısı ve diğer insanlara yaptığı tavsiyeler dikkatle takip edildiğinde; kendisinin her zaman
olumlu davranışlar ile örnek olduğu görülür. Hz. Peygamber (sav), insanın hem kendi iç
dünyasındaki duygu ve isteklerini hem de kendisi ile diğer insanlar arasındaki menfaat
ilişkilerini çatışmaya dönüşmeden, haksızlık yapmadan çözmesi gerektiğini tavsiye eder. Dinde ibadet kadar insan ilişkilerinde dürüst olmak da çok önemlidir. İslam dini insan ilişkilerinde dürüst olma konusunu özellikle vurgular.

Yüce Peyganberimiz (sav), Allah’ın insana verdiği değerin farkındalığıyla hiçbir insanı küçümsemez, konuşan insanın sözünü asla kesmez, kendisi birine hitap ettiğinde doğrudan ona yönelir, kişinin yüzüne bakarak konuşurdu. Bu bağlamda Müslüman kişi de davranışlarında ölçülüdür. Ülkesinde ve dünyada barışı sağlamaya, huzuru temin etmeye çalışır. Fesat çıkarmamak, hayırlı olana yönelmek, insan onurunu incitmemek, merhametli olmak, ihtiyaç sahiplerine yardım etmek, insanın dirilişine ve kurtuluşuna yardımcı olacak davranışlardır.

Kur’an-ı Kerim’de insan ilişkilerinin nasıl olması gerektiğiyle ilgili pek çok ayet vardır.
Örneğin;

“Birbirinizin ayıplarını araştırmayınız. Birbirinizin arkasından gıybet etmeyiniz. Sizden biri ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?”

(Hucurat suresi , 12. ayet.)

“Rahmanın has kulları, onlar yeryüzünde alçak gönüllü olarak yürürler ve ne zaman kötü niyetli, dar kafalı kimseler kendilerine laf atacak olsa, sadece selam! der geçerler.’’

(Furkan suresi ,63. ayet.)

“İnsanları küçümseyerek yüz çevirme ve yer yüzünde böbürlenerek yürüme! Kuşkusuz Allah, kendisini beğenen ve övünüp duranları sevmez.”

(Lokman suresi ,18. ayet.)

“Kim bir hata yapar ve günah işler de sonra onu suçsuz bir kimsenin üstüne atarsa, büyük bir iftira ve iğrenç bir günah yüklemiş olur.”

(Nisa suresi , 112. ayet.)

İslam’ın insanlar arası ilişkilerin düzenli yürümesi için belirlediği ilkeler vardır. Bunlar âdemiyyet, insan onuru, merhamet ve işar olarak sıralanabilir.

Âdemiyyet: Kelime anlamı olarak namuslu bir insana yakışır hâl ve tavır demektir.
İslamiyet’e göre ise insanın mensup olduğu dine, etnik kökenine, toplumsal konumuna ve cinsiyetine bakılmaksızın can, mal, namus, inanç ve aklının korunması ilkesidir. Bu tutum onun sadece insan olmasından kaynaklanır. İnsanda nefsinin ve şeytanın kışkırttığı bazı zaaflar vardır. Bunlar nankörlük, acelecilik, cimrilik, zalimlik ve cedel (bir tartışmada karşı tarafı susturma yöntemi) olarak sıralanabilir. Bu zaafların insanlara ve çevreye vereceği zararı önlemek için temel hak ve hürriyetler dokunulmaz kabul edilerek İslam hukuku tarafından koruma altına alınmıştır.

İnsan Onuru: Her yönüyle örnek ve önder olan Hz. Peygamber (sav), aynı zamanda bir onur, şahsiyet ve erdem insanıdır. O’nun ebedi mesajı ile insanlığa sadece saygıyı
değil, hem kendine hem de başkalarına saygılı davranmayı öğretmiştir. O’nu imanla izleyenler, onur kelimesini sadece ad olarak değil, onur adına nasıl mücadele edileceğini ve nasıl onurlu yaşanılacağını da öğrenmişlerdir.

İslam dini insan onurunu korumayı esas alır. İnsanın yaratılışından kaynaklanan üstünlüğü; ırk, renk gibi ayrımları kabul etmez. İnsan onuru; makam-mevki, siyasi, sosyal veya ekonomik üstünlükten kaynaklanmaz. İslam statüye dayalı üstünlük anlayışını reddeder. Allah katında insanlar, hangi dil, din, ırk, cinsiyet, soy, mezhep ve sosyal konuma sahip olursa olsun eşittir.

Her insan yaşama hakkına sahiptir; bu hak ona yalnızca insan olduğu için verilmiştir.
Esir, hükümlü, tutuklu ve engelli kişiye iyi davranmak, güçsüzleri ezmemek, çocukları
çalıştırmamak insan onurunu korumanın gereğidir.

Merhamet: Merhamet duygusu insanları, hemcinslerinin ve diğer canlıların sıkıntıları karşısında duyarlı davranmaya ve yardım etmeye sevk eder. İnsanlar arasında duygu
birliğinin, dayanışmanın ve paylaşmanın temeli merhamettir. Anne – baba sevgisi ve onlara itaat, sıla-i rahim (akrabalar arası ilişkileri sağlam ve sıkı tutmak), yaşlılara, yoksullara, engellilere, yetim ve kimsesizlere yardım etmek gibi erdemli davranışlar merhamet duygusunun yansımalarıdır.

Şefkat ve merhamet, Allah (cc) vergisi duygulardır. İslam’da rahmet genellikle merhamet kelimesiyle ifade edilir. Merhamet sahipleri muhtaç ve çaresizlere yardım eder, onların sıkıntılarını giderir. Böylelikle toplumda sosyal adalet de sağlanmış olur. Kur’an-ı Kerim’de merhametin önemine dair pek çok ayet ve hadis vardır. Fetih suresi 29. Ayet te der ki: ‘’Muhammed Allah’ın elçisidir ve O’nunla birlikte olanlar da kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında merhametlidirler. Onları, rükû edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar Allah’tan bir fazl (lütuf-ihsan) ve hoşnutluk isterler. Belirtileri secde izinden yüzlerindedir. İşte onların Tevrat’taki vasıfları budur. İncil’deki vasıfları ise sanki bir ekin çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış, sonra sapları üzerinde doğrulup-boy atmış (ki bu) ekicilerin hoşuna gider. (Bu örnek) Onunla kafirleri öfkelendirmek içindir. Allah içlerinden iman edip, salih amellerde bulunanlara bir mağfiret ve büyük bir ecir va’detmiştir.’’

‘’Bu Allah’ın kulların kalplerine yerleştirdiği merhamettir ve Allah ancak merhametli kullarına rahmet eder.’’

(Müslim, Cenâiz 11; Buhârî, Merda 9.)

İnsanı iyilik yapması için harekete geçiren duygu merhamettir. Hz. Peygamber’in (sav) uygulamalarını rehber edinen Müslümanlar, İslam medeniyetini âdeta
bir merhamet medeniyetine dönüştürmek için çaba harcamış ve harcamaktadır.

İsâr: Şefkat ve merhamet duygularıyla diğergâmlık ve cömertlik göstermek anlamındadır. Yani kişinin kendisinin ihtiyacı olsa bile, imkanlarını ihtiyacı olan bir başkasıyla paylaşmasıdır. İnsanın imkanlarını, elindeki kaynakları başkasının yararına kullanmasıdır.

Hz. Peygamber (sav) insanların en cömertiydi. Kendi temel ihtiyaçlarından fazlasını mutlaka muhtaçlara dağıtırdı. Hadislerinde, cimrilikten sakınılması gerektiğini çünkü
cimriliğin helâk edici olduğunu ifade etmiştir. İnsan başkalarını da düşünmeli, kendisini diğer insanlardan değerli görmemelidir. Bireycilik, cimrilik insanın yaratılışına aykırıdır.

 

Bu önemli konuyu İnsan suresi , 8-11. ayetlerle pekiştirelim. Bu ayetlerde der ki;
‘’Onlar kendi canları çektiği, kendileri de muhtaç olduğu halde yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire yedirirler. < Biz sizi sadece Allah rızası için yediriyoruz, sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz çetin ve belalı bir günde Rabbimizden (O’nun azabına uğramaktan) korkarız.> derler. İşte bu yüzden Allah, onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.’’

3.3. İslam – Toplum İlişkisi: Kurumsallaşma toplumda hem kişilerin şahsiyet kazanmasına yardımcı olur hem de toplumsal dayanışmanın önünü açar. İslam medeniyeti, insanın maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılayan çok sayıda kurum oluşturmuştur. Bu kurumlar İslam kültür ve medeniyetine özgü olup mescit, vakıf, fütüvvet ve ahilik olarak sıralanabilir. Bunların yanı sıra aile ve tekke gibi sosyal oluşumların da üzerinde duracağız.

Aile: İslam îtikadına göre, yeryüzünde ilk aile Hz. Âdem (as) ve Havva tarafından kurulmuştur. Aile toplumun temel taşı ve çekirdeğidir. İslamiyet’te aile birliğine
çok önem verilir. Toplumun ve medeniyetlerin gelişmesinde, varlığını korumasında belirleyici kurum ailedir.

Ailenin tarafları olan erkek ve kadın birbirinin desteği, koruyucusu ve huzur kaynağıdır. Aile yuvası, sevgi, saygı, şefkat ve merhamet üzerine kuruludur. Kur’an ve hadislerde evlilik tavsiye ve teşvik edilir.

Örneğin;

‘’Hayır, siz peygamberin ve müminlerin, ailelerine ebedî olarak bir daha dönmeyeceklerini zannettiniz; bu, kalplerinizde çekici kılındı ve kötü bir son ile zanda bulundunuz da yıkıma uğramış bir topluluk oldunuz.’’

(Fetih suresi , 12. ayet.)

‘’Rabbim beni ve ailemi bunların yaptıklarından kurtar.’’

(Şuara suresi ,169. ayet.)

Hz. Peygamber (sav) , İslami bir yaşam süren ailelerin kurulmasını ve ümmetinin
sayıca artmasını istemiş, hesap gününde ümmetinin çokluğuyla övüneceğini ifade etmiştir.

İslam’ın ahlak ve terbiye konusundaki emir, tavsiye ve düzenlemeleri, İslam ailesinin
kendine özgü özelliklerini belirler. Neslin devamını sağlayacak olan çocukların, ruhi ve
manevi gelişiminde ailenin etkisi çok büyüktür. Aile yapısının sağlamlığı sayesinde İslami değerler gelecek nesillere aktarılmıştır. İslam medeniyetinde, İslam dışı toplumlardan farklı olarak aile kurumuna olan bağlılık, dinin ve İslam toplumunun korunmasında önemli derecede etkili olmuştur.

Mescit: Mescitler, dinî bilginin öğretildiği merkezler ve halka açık toplantı yerleridir. İslam toplumunda dinî, idari, hukuki, siyasi, sosyal ve ekonomik faaliyetler cami
/ mescitlerde gerçekleşir. Müslümanların davranışlarına yön veren değerler bu kutsal
mekânlarda öğretilir.

Cami – mescitlerin, mabet, yönetim merkezi, ilim ve kültür merkezi olma fonksiyonları vardır. Mabet olarak; esas manada ibadet edilmek üzere inşa edilmişlerdir. Bu itibarla
‘’Allah’ın Evi’’ olarak zikredilirler. Kur’ an-ı Kerim Cin suresi 18. ayette mescitlerin Allah’ın adının anılması için yapıldığı belirtilmektedir. Cin suresi 18. ayette der ki; ‘’Mescitler kuşkusuz Allah’ındır. O halde Allah ile kimseye yalvarmayın.’’

Yönetim merkezi olarak; Hz. Peygamber’in (sav), nübüvvet görevi yanında, devlet
başkanlığı, hakimlik, komutanlık gibi görevleri de vardır. Bunlar İslam devlet başkanının görevleridir. Medinedeki Mescid-i Nebevî O’nun bu görevlerine uygun olarak devletin idare merkezi olma özelliğini taşımaktaydı. Mescit ve camiler, halkın birbirleriyle ve devletle kaynaştığı yerlerdir.

İlim ve kültür merkezi olarak; hiçbir din İslam kadar ilme önem vermemiştir. Hz.
Peygamber (sav) kendisinin muallim olarak gönderildiğini beyan eder ve Mescid-i Nebevî’deki suffe ile üniversitelerin temelini atmıştır.

Mescid, İslam toplumunun davranış eğitiminin merkezî kurumudur. İçeri girilirken
kişisel temizliğe özen gösterilir. Gereksiz konuşma ve gürültü yapılmaz.

Mescid, Müslümanların cihada hazırlanmasında da maddi ve manevi yönden etkili
olmuştur. Asrısaadet’te mescid, askeri bir karargâh, Askerî Şûrâ Meclisi ve askerî hastane olarak da görev yapmıştır.

Vakıf: Dince uygun görülen, taşınır ve taşınmaz maldan faydalanma hakkını bu malı
satmayı veya mülkiyetini devretmeyi yasaklamak koşuluyla Allah’ın rızasını umarak toplumun kullanımına veren hayır kurumu. İslam’da vakfın temeli, Kur’an-ı Kerim, sünnet ve İslam bilginlerinin ortak görüşlerine dayanır. Bir âyet-i kerîmede şöyle buyuruluyor;

‘’Sevdiğiniz şeyleri Allah yolunda harcamadıkça hayra tam olarak erişemezsiniz.’’

(Âl-i İmran suresi, 92. ayet.)

Hz. Peygamber (sav) vakıf yapma konusunda Müslümanlara öncü olmuş ve Medine’deki yedi parça arazisini vakıf olarak bağışlamıştır. Vakıf kurumunun özünde, insanlığa karşı şahsi ve vicdani sorumluluk hissi, iyilik, şefkat, yardımlaşma ve dayanışma duygusu vardır. Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) sadakaicariye ile ilgili hadisleri vakıf kurumlarının yaygınlaşmasında önemli rol oynamıştır.

Vakıfların faaliyet alanları ve amaçları çok çeşitlidir. Hz. Ömer (ra) vakfın amaçlarını;
Allah (cc) yolunda harcamak, kölelere, yoksul ve fakirlere, yolculara ve yakın akrabaya
yardım etmek, misafirlere yedirmek şeklinde belirlemiştir.

Vakıflar, toplumdaki şehirli, köylü, yönetici, yönetilen, Müslüman, Hristiyan ya da Yahudi bütün toplum kesimlerine hizmet vermiştir. İhtidayı teşvik etmek amacıyla Hristiyan, Yahudi ve putperestlerden İslam’ı kabul edenlerin ihtiyaçlarının karşılanması için de vakıf gelirlerinden para ayrılmıştır. Leylekler, köpekler ve kuşlar için de vakıf kurulmuştur.

Vakıflar, İslam kültür ve medeniyetinin ortaya koyduğu hayır kurumlarının en dikkate değer olanıdır. Vakıflar vasıtasıyla Müslümanlar hayır yapmakta âdeta yarışmış ve
İslam’ı bir vakıf medeniyetine dönüştürmüştür.

Tekke: Bir tarikata bağlı olan kişilerin, bir şeyhin maddi ve manevi idaresi altında,
zikir, ibadet, eğitim ve öğretim ile meşgul olup, ruhen ve ahlaken olgunluk kazandıkları
yer. (Dergâh, hankâh, zâviye)

Tekkeleri , tasavvufun sosyal hayata yansımış kurumsal yapıları olarak da tanımlayabiliriz. Mensuplarına İslam ahlakı ve tasavvuf terbiyesi kazandırmanın yanı sıra şiir, musiki ve görsel sanatlar alanlarında da önde gelen kurumlardır.

Müslüman toplumların ekonomik ve sosyal yapısının oluşumunda tekkelerin katkısı
büyüktür. Daha çok şehirlerde ve kervan yolları üzerinde kurulmuştur. Sofa, oda, hamam, değirmen, abdesthane, mutfak, ambar, kütüphane, misafirhane, ahır gibi birimlerin yanı sıra ekili arazileri de mevcuttur.

Şehir ve kasabaların dinî, ekonomik ve sosyal hayatında tekkeler etkin rol oynamış;
Anadolu’nun manevi bakımdan doygunluğa ulaşmasına, şehirlerin inşasına da katkıda
bulunmuşlardır. Ordunun yanında cihada katılmış, Balkanlar’da İslamiyet’in yayılmasında öncü olmuşlardır. Bosna Hersek’teki Blagay Tekkesi bunlara en güzel örnektir.

 

Görsel 3.16. Bosna Hersek Blagay Tekkesi.

 

Ayrıca Millî Mücadele sırasında da; İstiklal Savaşı’nın başarıya ulaşmasında çok önemli
rol oynayan tekkeler de vardır ki İstanbul Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi ile Ankara’daki Taceddin Dergâhı bu özelliğe sahiptir. Hatta millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy İstiklal Marşımızı burada yazmıştır.

Ahilik: Müslüman Türkler, Malazgirt Zaferi’nden sonra (26 Ağustos 1071) yoğun olarakAnadolu’ya göç etmeye başlamışlar ve bu toprakları sonsuza kadar vatan yapmanın mücadelesini vermişlerdir. Türklerin Anadolu’yu yurt hâline getirmelerinde , yerleşik hayata geçmelerinde; şehir hayatına uyum sağlamalarında, iş ve aş sahibi,
üretici, eğitimli insan olmalarında, meslek edinmelerinde, İslami bir hayat nizamı oluşturmalarında ahiliğin büyük katkısı olmuştur. Tüm bunların yanısıra, edebî, mimari, zirai, iktisadi, sosyal güvenlik ve eğitim sistemini meydana getirmelerinde de şüphesiz ki ahiliğin katkısı çoktur.

Ahiliğin kökeninde esası fedakarlık olan fütüvvet anlayışı vardır.

Fütüvvet mensuplarında, diğerkâmlık, iyilik, yardımseverlik, insan sevgisi, hoşgörü, nefsine hâkim olma gibi ahlaki niteliklerin bulunması gerekir ve ahiliğin temelinde fütüvvet anlayışı yer alır.
Tekke ve zaviyelerle kurumlaşan ahilik, Anadolu’da İslamiyet’in yayılmasında çok etkili olmuştur. Bu kuruma bağlı zaviyelerde, müderris, kadı, hatip, hoca , vaiz, silah talimcisi, hattat, şair gibi bir çok görevlinin bulunması, zaviyelerde çok iyi bir dinî-ahlaki eğitimin verildiğinin göstergesidir.

Fütüvvetnâmelerde, ahiliğin temel esasları yer alır. Buna göre, teşkilat mensuplarında
bulunması gereken vasıflar, yiğitlik, vefa, doğruluk, cömertlik, alçak gönüllülük, affedici
olmak ve tövbe etmektir.

Ahiler özellikle esnaf teşkilatında etkili olmuş; çırak, kalfa ve ustaların mesleki ve
ahlaki eğitiminde model oluşturmuşlardır. Eğitimini tamamlayan ustanın işyeri sahibi
olması sağlanmış, kaliteli mal üretiminde, alım satımında, müşteri ilişkilerinde denetim
sıkı tutulmuştur. Eğitim, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, denetim ahilikte kardeşlik
anlayışının gereğidir.

Ahilik kurumu Selçuklu ve Osmanlılar’da dinî ve sosyal alandaki varlığını etkin bir
şekilde sürdürmüştür. Selçuklu sultanlarının çok önemseyip, destek verdiği ahilik, tüccar, ulema, zanaatkar, sufiler ve halk arasında da yayılmış; devlet adamlarını, askerleri, kadıları, müderris ve tarikat şeyhlerini de bünyesine dahil etmiştir.

3.4. İnsan – Evren İlişkisi: İslam dini, insanı yeryüzünde yaşayan bütün canlıların
üstünde, sorumlu ve mükemmel bir varlık olarak değerlendirir. İnsanı üstün şekilde yaratan Allah, verdiği nimetleri ve olanakları doğru yerde kullanması durumunda, insanı üst derecelere eriştireceğini vaat etmiştir. İnsan Allah’ın eseridir. Allah (cc), insana evreni anlama, kavrama kabiliyeti vermiştir. İnsanın anlayış ve öğrenme kabiliyeti onu sorumlu kılar. Bu konuda Kıyamet suresi 36. ayette der ki; ‘’İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?’’

İnsanın yaşadığı toplum ve çevrenin farkında ve duyarlı olması; dünyayı yaşanabilir
halde tutmasını, özenli davranmasını ve elinden geldiğince sorunlara müdahale edip, çözüm üretmesini gerektirir. Emanet duygusuna ve çevre bilincine sahip olma, israftan ve tüketim kültüründen uzak durma, insan- evren ilişkisinin başlıca ilkeleridir.

Emanet Duygusu: Emanet kelimesi bize iki temel anlam çağrıştırıyor. Güvenmek
ve güvenilir olmak. Güvenmek ihtiyaçtır, güvenilir olmak ise insanın sahip olabileceği
en önemli vasıflardan biri olan erdemdir. Hem dinen hem de insani olarak emanet,
önemli bir kavramdır. İman ve emanet kelimelerinin aynı kökten gelmesi bile emanet
konusunun dinî açıdan çok önemli olduğunun işaretidir.

Enfal suresi 27-28. ayetlerde der ki: ‘‘Ey iman edenler! Allah ve peygamberlerine hainlik etmeyin. Bile bile aranızdaki emanetlere de hainlik etmeyin.’’ Bu nedenle, emanet duygusunu yitirmek yani ihanet, münafıklığın temel göstergeleri arasında sayılmıştır.

Allah (cc) evrendeki her şeyi insan için var etmiş ve ona emanet etmiştir. Kur’an-ı
Kerim, emanet ve emanetin korunması konusunda insanları uyarıyor!

‘’Kim emanete hıyanet ederse kıyamet günü, hainlik ettiği şeyin günahı boynuna asılı olarak gelir.’’
 

(Âl-i İmran suresi , 161. ayet.)

Yapılan vaatler, özel topluluklarda konuşulan sözler, kişilerin arasındaki sırlar, aile
mahremiyeti ve çocuklar birer emanettir. Emanet bilinci komşuluk, arkadaşlık, adalet
başta olmak üzere hayatın her alanında ihtiyaç duyulan bir sorumluluk olup insanlar
arasındaki güveni sağlar.

Çevre: Canlıların içinde yaşadığı ortamdır. Bu ortamı; hava, su, toprak, bitki, hayvan
gibi canlı ve cansız varlıklar oluşturur. Bundan dolayı çevreyi “Canlıların yaşayıp gelişmesini sağlayan ve onları sürekli olarak etkileri altında bulunduran fiziksel, kimyasal ve biyolojik faktörlerin bütünlüğüdür.” Şeklinde tanımlayabiliriz. Barınılan ev, solunan hava, içilen su, yaşanılan şehir, hayatın paylaşıldığı insanlar, denizler, göller, akarsular, dağlar, ormanlar ve diğer canlılar, Allah’ın (cc) nimetleri olarak insanoğluna sunulmuş ve her şey belli bir ölçüye göre yaratılmıştır. Bu konuyla alakalı olarak Kur’an-ı Kerim, Kamer suresi, 49. ayette der ki: ‘’Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.’’

Çevre bilinci, varlıkların haklarına saygı duymak ve insana yaraşır bir hayat sürmek
için doğayı korumayı ifade eder. İnsandan, kaynakların kullanımında hassas olması diğer canlıların ve gelecek kuşakların ihtiyaçlarını da gözetmesi istenir. Rahman suresi ,7-8. Ayetler der ki: “O ( Allah) göğü yükseltti ve dengeyi koydu. Sakın dengeyi bozmayın.”

Çevre bilincinin gelişmesinde; varlıkların Allah’ı (cc) tesbih ediyor olması, insana
emanet edilmiş bir nimet olması, Allah’ı (cc) bulmada yol gösterici işaretlerin bulunması gibi ilkeler belirleyicidir. Âlemlerin Rabbi olan Allah, yeryüzünü inşa etme görevini insana yüklediğini beyan etmektedir. Bu durum yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade bulmuştur.

“O sizi yer yüzünden (topraktan) yarattı ve sizi yer yüzünü imar etmede görevli kıldı.”

(Hud suresi , 61. ayet.)

İslam medeniyeti; çevreci bir bilince ve niteliğe sahiptir. Kur’an’da insanın yaşadığı
çevrenin güzellikleri tasvir edilmiş ve bunlar cennetin güzelliklerine benzetilmiştir.

“İman edip, salih ameller işleyenlere, kendileri için; içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele. Cennetlerin meyvelerinden kendilerine her rızık verilişinde, ‘ Bu (tıpkı) daha önce (dünyada iken) bize verilen rızık!‘ diyecekler. Halbuki bu rızık onlara (dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için orada tertemiz eşler de vardır. Onlar orada ebedi kalacaklardır.”

(Bakara suresi, 25. Ayet.)

Hz. Peygamber’de (sav) temizlik, ağaç dikme, yeşillendirme, bitki ve hayvanların korunması gibi konularda sözleri ve davranışlarıyla ümmetine örnek olmuştur. Bir hadisinde şöyle buyuruyor:

‘’Kıyamet kopuyor olsa ve birinizin elinde bir fidan bulunsa, kıyamet kopmadan onu dikebilirse bunu hemen yapsın.’’

(Ahmed III, 191,183.)

İslam kültür ve medeniyetindeki çevre ile ilgili bu hassasiyetleri destekleyen bir olay
da Mekke ve Medine çevresinin harem ilan edilmesidir. Bu icraat dünyadaki ilk sit alanı
uygulaması olarak kabul edilir.

İsraf ve Tüketim: Dinî terimler sözlüğüne göre israf; saçıp savurma, harcamalarda
orta yoldan sapma, ölçüyü aşma ve aşırılık yapmak suretiyle sahip olduğu nimetleri gereksiz yere tüketmektir. Mal veya imkânları meşru olmayan amaçlar için harcamak da israftır. Kur’an-ı Kerim’de, Araf suresi 31. ayette ‘’Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz.’’ denilerek savurganlık ve açgözlülük kesinlikle yasaklanmıştır. Buhari, Libas 1’ deki bir Hadis-i Şerif ’te buyurularak tüketim anlayışının çerçevesi çizilmiştir: İsraf etmeyerek, kibir ve gurura kapılmayarak yiyiniz, içiniz, tasadduk ediniz.’’

Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler incelendiğinde, israfın itikadi, ahlaki, amelî ve özellikle de malî konuları içeren her türlü haddi aşmayı kapsayan bir konu olduğu anlaşılmaktadır.

İnsani ihtiyaçlar sınırlı; arzu ve ihtiraslar, hırslar ise sınırsızdır. Kanaatkâr ve tutumlu
olmak, İslam’da öğütlenen temel bir ilkedir. İslami açıdan helal kabul edilen maddelerin
ihtiyaçtan fazla tüketimi haram veya mekruh sayılır. Kişisel hırsların ve arzuların doyurulması için yapılan aşırı tüketim israftır. İslam, toplumda kıskançlık ve huzursuzluk doğuran, sosyal dengesizliklere sebep olabilecek lüks tüketimi yasaklar.

4. İSLAM TOPLUMUNDA EKONOMİK HAYAT

İslam’ın ekonomik anlayışında en geniş daire Allah’ın hakkıdır. Mutlak hak O’nundur.
Sonra insanın daha sonra hayvanın, bitkinin ve eşyanın hakkı gelir. İslam düzeninde, bu açıdan bakılınca bir taşın bile hakkı vardır ki o hakkı ne insan ne de toplum elinden alabilir.

İnsan faaliyetlerinin önemli bir kısmı ekonomiyle ilgilidir. Bu süreç, üretim, paylaşım, tüketim sıralamasıyla gerçekleşir. Ekonomik faaliyetler geçmişten günümüze ahlak,
din, gelenek, siyaset gibi kurumların etkisinde şekillenmiştir.

Sosyal hayatın düzeni ve bireysel ilişkilerin en önemli unsurlarından biri de ticari ve
ekonomik ilişkilerdir. Allah’a (cc) iman eden bir Müslüman, iktisadi konularda konularda da dünya ve ahiret dengesini korumalıdır.

İslam ahlakı, ekonomik işlerimizde öncelikle helal kazanç olması gerektiğini vurgular. Kul hakkı gözetmek, zekât ve sadaka vermek (infak etmek), çalışanın işini en güzel
şekilde yapması, işverenin de çalışanın hakkını gözetmesi, İslam’ın ekonomik ilişkilere
koyduğu sınırların başında gelir. Helal kazanç esas olup, israf ve faiz kesinlikle yasaklanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de bu konuyu vurgulayan pek çok ayet vardır. Örneğin:

“Faiz ( riba) yiyenler, ancak şeytan olanın kalkışı gibi, çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar. Bu onların: ‘Alım- satımda faiz gibidir’ demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi haram kılmıştır. Kime Rabb’inden bir öğüt gelir de (faize) bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah’a aittir. Kim (faize) geri dönerse, artık onlar ateşin halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.”

(Bakara suresi, 275. ayet.)

“Ey iman edenler! Faizi kat kat artırılmış olarak yemeyin ve Allah’tan sakının, umulur ki kurtulursunuz.”

(Âl-i İmran suresi , 130. ayet.)

Kaynakları kullanma hakkı insanlara verilmiştir. Yeryüzünde her canlıya yetecek
kadar kaynak mevcuttur ancak insanın, gerçek ihtiyaçlarının sınırlı olduğunu bilmesi,
kaynakların da tüm canlılar için olduğunu göz önünde bulundurarak, buna göre mevcut
kaynakları kullanıp, tüketmesi gerekmektedir.

İnsana dünya hayatını geçireceği ölçüde mülkiyet hakkı tanınmıştır. Servet meşru
yoldan elde edilirse hiçbir engel yoktur. Mülk Allah’ın (cc) rızası yönünde kullanılır. İslam’a göre sahip olunan mal ve mülk, Allah’a yaklaşmak için bir fırsat ve imkandır.

İslamiyet, ticari hayatta insanlara şahsi girişimde bulunma hakkı tanır. Toplumun
ekonomik düzenini bozmamak koşuluyla, kendi geçimini sağlamanın yanı sıra istihdam
sağlamaya yönelik girişimlerde de bulunur, üretime katkıda bulunur. Bunların tümü insanlığın faydasına olan çabalardır. Çalışma ve emek İslamiyet’ te kutsaldır ve ibadet kabul edilir.

Helal Kazanç: İslamiyet sadece meşru kazancı helal sayar. Canlıların rızıklarını arayıp bulması, insanların güçleri yettiği ölçüde kimseye yük olmamak için bizzat çalışarak
helalinden nafakalarını kazanmaları Allah’ın (cc) emridir. Rabbimiz yer yüzünü insan
için hazırlamış, her şeyi insana hizmet için yaratmıştır. İnsan da akıl, ilim ve çok çalışmak suretiyle bu nimetlerden faydalanmasını bilmelidir. Kur’an-ı Kerim’de Mülk suresi 15. ayet bu konuyla ilgili şöyle buyuruyor: “Yeryüzünü size boyun eğdiren Allah’tır. Öyleyse yerin sırtlarında dolaşın ve Allah’ın verdiği rızıktan yiyin. Sonunda dönüşünüz O’nadır.”

İslami ölçüler içerisinde yapılan her türlü alışveriş ve ticaret helal sayılır ve ibadet
olarak değerlendirilir. En hayırlı kazancın, kişinin alın teriyle elde ettiği kazanç olduğu
bilincinin topluma aşılanması için gayret gösterilir.

“Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden helal ve temiz olarak yiyin temiz olarak yiyin. Kendisine inanmakta olduğunuz Allah’tan korkup, sakının.”

(Maide suresi, 88.ayet.)

Emeğin hakkını vermemek, eksik ölçüp tartmak, alınan maaş ve ücretin karşılığında
iş ve hizmet üretmemek, kamu mallarını zimmete geçirmek, sahte mal üreterek tüketicilere zarar vermek, şans oyunları, kumar, hırsızlık, rüşvet gibi helal olmayan yollarla edinilen her türlü faaliyet ve kazanç haramdır.

Faiz: Dinî terimler sözlüğüne göre hizmet ve emek karşılığı olmaksızın paranın kullanılmasına karşılık olarak elde edilen dinen uygun görülmeyen kazançtır.

Girişimcilik ve normal yollardan kâr elde etme isteği normaldir, istihdam yaratır. Faiz ise işsizliği artırır, piyasada yapay fiyat artışlarına neden olup, yardımlaşma, merhamet gibi insani değerleri zayıflatır. Tüm bunların yanı sıra insanlar arasında bençillik duygusunun güçlenmesine ve kazanç hırsının artmasına neden olur. Ekonomik krizlere ortam hazırlar.

Peygamberimiz (sav) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

Kur’an-ı Kerim, İslamiyet öncesi Arap toplumunda yaygın olan bu âdeti, gerekli önlemleri alarak ve bu uygulamanın yerini tutacak kurumları da işaret ederek yasaklamıştır.
Hz. Peygamber de (sav) kendi döneminde yapılan faizli işlemlerin faizden arındırılmasına kılavuzluk etmiş, bu konudaki emir ve yasaklarıyla, helal kazanca elverişli bir ticari ortam yaratmıştır.

Zekât: İslam dinine göre, zengin olan Müslümanların dinî bir görev olarak her yıl
mallarının ve paralarının yüzde iki buçuğunu ibadet niyetiyle fakirler başta olmak üzere
Kur’an- Kerim’in belirlemiş olduğu yerlere vermelerine denir.

Zekât önemli bir ibadet ve İslam’ın beş şartından biri olup, toplumdaki ekonomik dengesizliklerin yol açabileceği olumsuzlukların giderilmesinde önemli bir imkân ve insanoğluna sunulmuş bir lütuftur. Zekât, belli bir miktara ulaşmış birikimler üzerinden ödenir. Böylelikle servetin tek elde toplanmasının önüne geçilmesi amaçlanır. Zekât bir vergi çeşididir ve devlet hazinesinin ana gelir kaynaklarındandır. Toplumsal barışa zemin hazırlar.

İslam’da çok önemli olan sosyal devlet anlayışının uygulanmasında ilk basamaktır.
Zenginler mallarının ve servetlerinin zekâtını verirken gönüllü olmalı, başa kakmamalıdır.

İhtiyaç sahipleri ve fakirlerin de bu durumdan mahcubiyet duymaması gerekir. Bu konuda kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de önemli ayetler vardır. Örneğin:

“Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının peşinden  (bunları) başa kakmayan ve gönül incitmeyenlerin, Rableri katında mükafaatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.”

(Bakara suresi 262. ayet.)

İnfak: Dinî terimler sözlüğüne göre, karşılıksız yardım, sadaka verme, zekat, kişinin
kendisi, anne ve babası, çocukları ve eşi için yapmış olduğu her türlü meşru harcama anlamına gelir.

İslamiyet’te, malı biriktirmek ve cimrilik hoş görülmez. İhtiyacı olanlarla, anneyebabaya, öksüzlere, yoksullara, yolda kalmışlara, karşılık beklemeden infak edilmesi tavsiye edilir. İslam bilinciyle verilen zekât ve infak, eşitsizlik yaratan toplumsal sınıfların ortaya çıkmasını engellediği gibi ruha sağladığı en büyük fayda da vicdan huzurudur.

İslam Ekonomisinin Gelişimi ve Kurumsallaşması: İslam ekonomisi tartışmalarının temel kodları, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in (sav) nübüvvet öncesi ve sonrası dönemlerinde yaptığı uygulamalarda saklıdır. Bu nedenle İslami modelin öngördüğü ekonomik sistemi tam olarak anlamak ve tarihsel arka planını da detaylı bir şekilde incelemek gerekir.

Müslümanlar ekonomik sistemlerini oluştururken, İslam’ın iktisadi esaslarını dayanak olarak almışlardır. Ekonominin düzenli işleyişinde en önemli etken kurumsallaşmaktır. Zekât, cizye, haraç gibi vergilerin toplanması ve dağıtılması, ganimetlerin kurallara
uygun olarak paylaşılması, Beytü’l Mâl’in kurulması ilk kez Hz. Peygamber’in (sav) Dönemi’nde gerçekleşmiş ekonomik faaliyetler ve düzenlemelerdir. Hz. Ebubekir (ra) , topladığı gelirleri bekletmeden dağıtırdı. Hz. Ebubekir’in (ra) vefatından sonra, halife olarak İslam Devleti’nin başına geçen Hz. Ömer (ra) bir heyet huzurunda Beytü’l Mâl’i açmış ve burada sadece bir dinar bulabilmiştir.

Beytü’l Mâl, tam anlamıyla Hz. Ömer (ra) zamanında kurumsallaşmıştır. Bu dönemde Bizans ve İran’a karşı kazanılan zaferlerle sınırlar genişlemiş, cizye gelirlerinin artmasıyla hazine zenginleşmiş ve buna bağlı olarak refah seviyesi yükselmiştir. Ganimetlerden elde edilen gelirlerle ihtiyaç sahiplerine maaş da bu dönemde bağlanmıştır.

Emeviler Dönemi’nde İslamiyet, Orta Asya’dan Atlas Okyanusu’na kadar geniş bir
coğrafyaya yayılmıştır. Buna bağlı olarak, yeni ticaret yollarına hâkim olunmasıyla ticari
faaliyetler artmış, tarım alanlarının artmasıyla zirai faaliyetler ve gelirler artmış, böylelikle vergilerin düzenli toplanması zorunluluğu kurumsallaşmayı geliştirmiştir. İran ve Bizans paralarının yerine dinar ve dirhem adıyla yeni İslam paraları basılmıştır.

Abbasiler, oluşturdukları divanlarla kurumsallaşmanın yapısını geliştirmiştir. Mali
işleri daha sağlıklı yönetmek, vergileri düzenli toplamak ve dağıtmak için Divanü’l Mâl kurulmuştur. Hazine bu divana bağlanmıştır. Divanü’l Harac ve Divanü’l Ziya gibi kurumlar oluşturularak, arazi, zekât ve gümrük gibi çok sayıda verginin daha düzenli toplanması sağlanmıştır. Bu dönemde Avrupalılar Akdeniz’deki ticari ve ekonomik hakimiyetlerini, güçlerini büyük ölçüde kaybetmişler, dünyadaki deniz ticareti Müslümanların kontrolüne geçmiştir. Böylelikle devlet hazinesinde büyük bir servet birikmiştir. Kaynaklar, Harun Reşid Dönemi’nde hazinede dokuz yüz milyon dirhemden fazla bir paranın biriktiğinden söz etmektedir.

Selçuklu ve Osmanlı Dönemlerinde de ekonomik kurumların gelişimi devam etmiştir. Örneğin Selçuklular’da Divan-ı İstifa adıyla mali işlere bakan bir yönetim kurulu
oluşturulmuştur. Osmanlılar’da ise Hazine-i Âmire adı verilen devlet hazinesinden ayrı olarak, Padişah’ın şahsi hazinesi olan Ceb-i Hümayun da devlet giderlerinin karşılanmasında yedek bütçe olarak kullanılmıştır.

İslam kültür ve medeniyetinin esasları ve kurumları, ekonomilerin yalnızca kâr amacına bağlı acımasız rekabet ortamını, çıkar ilişkilerini, toplumsal değerleri yozlaştıran aşırı tüketim anlayışını dizginleyen çözüm yöntemlerini akılcı ve çözümleyici bir biçimde
ortaya koymuştur.