Küreselleşen Dünyada Orta Doğu ve Afganistan’da Meydana Gelen Siyasi Gelişmeler

Orta Doğu; tarihi, dinî özellikleri ve sahip olduğu değerlerle dünya siyasetinde devamlı bir dinamizm merkezi olmuş ve milletlerarası politikada önemli bir yer tutmuştur.

Filistin Merkezli Orta Doğu Politikaları

Orta Doğu, her zaman küresel ve bölgesel güç- lerin ilgi odağı olmuştur. Bu ilgi çoğu zaman çıkar çatışmalarından ve güç gösterilerinden kaynakla- nan sorunları beraberinde getirmiştir. Bunlardan en önemlisi hâlâ çözümsüzlüğünü koruyan Filistin soru- nudur.

FİLİSTİN KURTULUŞ ÖRGÜTÜ: 1964’te kurulan FKÖ, Filistin Yürüt- me Komitesi ve Fi- listin Kurtuluş Ordu- su’ndan oluşmuştur. Başlangıçta Ahmet Şükari’nin başkanlık ettiği örgütün liderli- ğine 1967 Savaşı’ndan sonra Yaser Arafat geçmiştir. 1989’da FKÖ Merkezî Konseyi, Arafat’ı Filistin Devlet Başkanı olarak görevlendirmiştir.

İsrail, İngiliz himayesi ve ABD desteğiyle 1948’de Filistin topraklarının %56’sını işgal ederek kurulmuş- tur. Arap-İsrail savaşlarıyla topraklarını genişleten İsrail, aynı zamanda bir milyon insanı mülteci du- rumuna düşürmüştür. Filistin halkı, İsrail Devleti’nin kurulmasıyla başlayan uzun dönemli savaş yıllarında sürekli yıkımlar ve saldırılarla karşı karşıya kalmıştır. Filistin’de Yaser Arafat yönetimindeki El Fetih, İsrail saldırılarını tam anlamıyla önleyememiştir. FKÖ’nün (Görsel 5.7) ve Filistin halkının sahip olduğu im- kânlar, ABD’nin ekonomik ve askerî desteğini alan İsrail’e karşı yetersiz kalmıştır. Yaşanan bütün bu olumsuzluklar Filistin halkında dayanışmanın artma- sını ve direniş hareketlerinin ortaya çıkmasını sağla- mıştır. 1967 Arap-İsrail Savaşı’yla Filistinliler “kendi kurtuluşlarının kendi ellerinde olduğunu” düşünmeye başlamışlardır.

İNTİFADA (Uyanış): Filistin’deki İsrail işgaline karşı ilk kez 9 Aralık 1987’de başlatılan halk direnişine verilen isimdir.

1978-1979 Camp David antlaşmalarına rağmen 1980’de Kudüs’ü, 1982’de Güney Lübnan’ı işgal eden İsrail, bu işgalleriyle barıştan yana olmadığını ortaya koymuştur. 1987’de yaşanan intifada süreci ile Filistin dünya gündemine gelmiştir. İntifada sıra- sında Hamas, Filistin halkının yeni bir direniş örgütü olarak kurulmuştur. Ağustos 1988’de Ürdün yönetimi FKÖ’yü Filistin halkının tek meşru temsilcisi olarak tanıyacağını bildirmiştir. BM’nin, 8 Kasım 1989’da Filistin’le ilgili kararının ardından FKÖ, 15 Kasım 1988’de Yaser Arafat’ın devlet başkanlığında bağımsız Filistin Devleti kurulduğunu açıklamıştır. İsrail, ABD’nin baskısı ve kendi kamuoyundan gelen istekler neticesinde yıllarca terör örgütü olarak kabul ettiği Filistin Kurtuluş Örgütü ile barış masasına oturmuş- tur. Fakat bir çözüm üretilememiştir. Ariel Şaron’un yaklaşık 1000 askerle Harem-i Şerif’i ziyareti Filis- tinlilerin protestolarına neden olmuş ve El-Aksa İntifadası adı verilen ikinci intifadayı ortaya çıkarmıştır. 2002’de İsrail saldırılarının artması üzerine ABD, AB, Rusya Federasyonu ve BM’den oluşan Orta Doğu dörtlüsü sorunları çözmek ve çatışmaları önlemek için bir “yol haritası” hazırlamıştır. ABD’nin girişimiyle 2007’de iki taraf arasında Annapolis toplantısı yapılmıştır. Görüşmeler sonunda hiçbir somut adım atılamamıştır.

HAMAS: Hareket-ül Mukavemet-ül İslami- ye’nin (İslami Direniş Örgütü) kısa adı- dır. 1987’deki birinci intifada sırasında Gazze Şeridi’nde kurulmuştur.

2009’da 1500 Müslüman’ın öldüğü ve on binlercesinin evsiz kaldığı İsrail saldırısı, Gazze halkının yaşam koşullarını daha da zorlaştırmış ve barışa vurulmuş en büyük darbe olmuştur. Uluslararası yardımlar İsrail tarafından engel- lendiği için Gazze, dünyanın en büyük açık ha- pishanesi hâline dönmüştür. İsrail’in bu uygula- malarına dünyadan somut bir tepki gelmezken Ocak 2009 Davos Zirvesi’nde İsrail, Türkiye’nin tepkisiyle karşılaşmıştır (Görsel 5.8). Yaşanan bu tarihsel süreçte Filistin sorununa küresel güçler kendi menfaatleri açısından yaklaşmış ve farklı politikalar ortaya koymuştur. Türkiye, Orta Doğu barış sürecinin savunucusu olmuş, güvenli ve tanınmış sınırlar içerisinde İsrail ve Filistin’in yan yana yaşayacakları bir yapıyı desteklemiştir.

ABD, 1948-1976 döneminde uyguladığı İsrail’i destekleyen politikalarını, 1976-2000 yılları arasın- da da sürdürmüştür. Bunun yanında ABD’nin zaman zaman İsrail’e desteğini azalttığı dönemler de olmuştur. ABD, Irak Harekâtı’nda Suudi Arabistan’ın desteğini almak için Suudi Barış Planı’ndan yana görünmüş ve İsrail’e yönelik eleştirilerini artırmıştır. Fakat İsrail’in bütün hukuk dışı uygulamalarına karşı onu siyasi ve askerî (silah satışı) olarak desteklemekten vazgeçmemiştir.

1980 Venedik Bildirisi ile barış görüşmelerinde FKÖ’yü tanıyan ve İsrail’in diğer bölge devletleri tarafından tanınmasını isteyen AB, bölgede İsrail’i suçlamamaya dikkat etmiştir. AB, Araplardan yana net bir tavır ortaya koymamış ve ABD’ye göre daha dengeli bir politika izlemiştir. 1987’deki intifadaya İsrail’in sert tepki vermesini kınamış ve uluslararası hukuka ve insan hakları ilkelerine uymasını istemiştir.

Kudüs sorunuyla ilgili gerek BM’de gerekse uluslararası hukukta çok sayıda karar alınmıştır. Buna rağmen İsrail’in şehirdeki yerleşim yerlerini ve buralara yerleşen İsraillilerin sayılarını artırma, şehrin dinî mekânlarını tahrip etme ve şehirdeki Filistinlileri temel haklarından mahrum bırakma gibi politi- kalarından vazgeçmemesi, Kudüs sorununda çözüme ulaşılmasını engellemiştir. 2017’de ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağını açıklamasından sonra BM Genel Kurulunda bu karar oylanmış, ABD’nin tehditlerine rağmen Türkiye’nin de çalışmalarıyla karar reddedilmiştir.

1990 ve 2003 Körfez Savaşları

İran-Irak Savaşı’nın sona ermesinden kısa bir süre sonra Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, petrol gelirlerinden istifade etmek için 1990’da Kuveyt’i işgal etti. Körfez Savaşı olarak adlandırılan bu savaş, dünyanın yeniden yapılanmasının ilk aşaması oldu (Görsel 5.9). Uluslararası kamu- oyunun Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesi yönündeki talepleri karşılık bulmayınca BM Güvenlik Kon- seyi, Irak’ta uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması konusunda kuvvet kullanımına dair karar çıkarttı. Bu karar çerçevesinde ABD li- derliğindeki koalisyon güçleri, Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için Irak’a müdahalede bulundu. Bu müdahaledeki esas hedef petrolün Batı’ya akı- şının sorunsuz bir şekilde sağlanmasıydı. Çöl Fırtınası Operasyonu adı da verilen Körfez Savaşı, 17 Ocak 1991’de başladı ve 2 Mart 1991’de sona erdi. Bu savaş ile Kuveyt’in egemenliği yeniden tesis edildi.

Savaş sonrası Irak’a ekonomik ve askerî yaptırımlar öngörüldü. ABD, Irak’ın sahip olduğu petrol kaynaklarının Irak tarafından değil, BM’nin denetiminde olması gerektiğini savunuyordu. ABD yaptı- rımlara riayet etmediği gerekçesiyle Irak’a 1993, 1996, 1998 ve 2001 yıllarında askerî müdahalelerde bulundu. 1998’de Çöl Tilkisi Operasyonu’yla Irak’ta rejimi değiştirme siyasetini takip etmeye başladı. Irak, Körfez Savaşı ile büyük bir yenilgiye uğratılarak bölgede ön plana çıkmak isteyen diğer devlet- lere de gözdağı verildi. Amerika, Orta Doğu’da özellikle petrol kaynağı olan Basra Körfezi’nde tam ve tartışmasız bir kontrol kurdu. Ayrıca ABD’nin belirlediği ilkelerle Orta Doğu’da yeni bir yapılanma başladı.

ABD, 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası dış politikasında kendi egemenliğine rakip olabilecek güçleri engellemeyi ve uluslararası sisteme mutlak hâkimiyetini kabullendirmeyi esas almıştır. 11 Eylül son- rasında ABD’nin Orta Doğu ve Afrika’ya yönelik politikalarının merkezinde enerji kaynaklarına hâkim olma düşüncesi vardır. ABD, Irak işgalini haklı göstermek için Saddam Hüseyin’in kitle imha silahları ürettiği, El Kaide’nin Irak’ta mevzilendiği ve Irak’ın BM kararlarına uymadığı gibi gerekçeler öne sür- müştür. Irak’ın elindeki kitle imha silahlarının ABD’nin ulusal güvenliğini tehdit ettiğini savunmuştur. Birleşmiş Milletlerin kitle imha silahları olmadığı yönündeki raporuna rağmen ABD ve İngiltere, Mart 2003’te Irak’ı işgal etmiştir. İşgal sonrası ülkede kitle imha silahları bulunamaması, Irak işgali sonrası Amerikan petrol şirketlerinin büyük kârlar elde etmesi ve ABD askerlerinin müzelerle millî arşivlerin yağmalanmasına göz yumduğu hâlde Petrol Bakanlığını koruma altına alması işgalin nedenlerini sor- gulanır hâle getirmiştir.

11 Eylül Sonrası ABD Dış Politikası

Dünya tarihinin en önemli terör saldırılarından biri olan 11 Eylül saldırıları, El Kaide tarafından gerçekleştirilmiştir. El Ka- ide üyeleri, kaçırdıkları uçaklarla New York’ta bulunan Dünya Ticaret Merke

Pakistan, 11 Eylül saldırıları sonrası terörle mücadele- de ABD’nin yanında yer aldığını ve ABD’nin müttefiki oldu- ğunu bildirmiştir. Ancak yaşanan gelişmeler ve Bin Ladin’in Pakistan’da öldürülmesi, bu desteği kuşkulu hâle getirmiştir. ABD’nin Afganistan’ı işgalinin öncesinde ve işgal sırasında Afganlı yetkililer, terörün kaynağının kendileri değil, Pakistan olduğunu ifade etmiştir. ABD ise sorunun Pakistan ve Afga- nistan kaynaklı olduğunu düşünerek Afganistan’ı işgal edipzi binalarına (İkiz Kuleler) ve Washington’da bulunan ABD Savunma Bakanlığına (Pentagon) aynı anda saldırmıştır (Görsel 5.10). Bu ana kadar Amerika’yı hedef alan saldırılar ülke dışındaki üslere ve personele yapılmak- taydı. 11 Eylül saldırılarının ABD’nin merkezine yapılması, terörist grupların ABD’yi doğrudan vurma gücüne sahip ol- duğunu göstermiştir. Saldırılar sonrası ABD, terörizme karşı savaş adı altında daha saldırgan bir dış politikaya yönelmiştir. ABD yönetiminin uluslararası olaylara bakışı “Ya bizimlesiniz ya karşımızdasın.” şeklinde olmuştur.

ABD, 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirdiği gerekçesiyle Taliban’dan Afganistan’da bulunan El Kaide lideri Usame Bin Ladin’in teslimini istemiştir. Taliban’ın Bin Ladin’i teslim etmemesi üzerine ABD ve İn- giltere ordusuna ait savaş uçakları, 7 Ekim 2001’de Taliban ve El Kaide hedeflerini bombalamıştır. ABD, Afganistan’daki Taliban ve El Kaide karşıtı grupları kullanarak karadan da müdahalede bulunmuş ve 13 Kasım 2001’de başkent Kabil’e girmiştir. ABD, Afganistan’ın işgali sürecinde ulusal ve uluslararası alanda kendisini terör mağduru göstererek koşulları lehine çevirmiştir. Irak’ın işgaline giden süreçte de benzer bir durum yaşanmıştır. Pakistan’a hava saldırıları düzenlemiştir. Yapılan bu hava saldırıları ve operasyonlar, bu ülkelerdeki radikal grupların yayılma alanlarını genişletmiştir.

EL KAİDE: Afganistan-SSCB Savaşı sı- rasında Usame Bin Ladin tarafın- dan kurulmuş bir terör örgütüdür.

ABD, Güney Sudan’ın bağımsızlığında hem devlet hem de sivil toplum düzeyinde önemli rol oynayarak bu ülkenin bağımsızlığının garantörlüğünü üstlenmiştir. Özellikle ba- sın kuruluşları, Güney Sudan’ın bağımsız olması hâlinde petrol gelirlerinden daha fazla faydalanacağı ve kalkınmış müreffeh bir ülke hâline geleceği yönünde haberler yapmış- tır. Amerika, bir yandan güneydeki ayrılıkçı gruplara destek verirken bir yandan da diplomatik gücünü kullanarak Sudan yönetimine referandum yapması için baskı uygulamıştır. Referandum sonucunda 9 Temmuz 2011’de Güney Sudan, bağımsızlığını ilan etmiştir. Amerikan basınının Güney Sudan’ın bağımsızlığı için ortaya koyduğu hedefler, 2011 sonrası başlayan iç savaş nedeniyle gerçekleşmemiştir. Güney Sudan, demok- ratik bir ülke olmak yerine çatışmaların daha çok yaşandığı ve insani krizlerle dolu bir ülke hâline gel- miştir. Amerika’nın Bush ve Obama dönemlerinde daha belirgin hâle gelen Sudan siyasetinin temelinde; Güney Sudan’daki petrol rezervlerine sahip olma, bölgede artan Çin etkisini kırma ve Etiyopya, Kenya, Uganda gibi bölgesel ortaklarla iş birliği yapacak yeni bir devlet kurma düşüncesi yatmaktadır.

TALİBAN: Ahmed Şah Mesud önderliğin- deki etnik temelli Afgan koalisyon hükûmetini 1998 yılında deviren Paştun, Afgan ve Pakistanlı kök- ten dinci milis kuvvetlere verilen isimdir.

Orta Doğu’da Su Sorunu

Dünyada küresel ölçekte ön plana çıkan su sorunu, Orta Doğu coğrafyasında yoğun bir şekilde yaşanmaktadır. Orta Doğu’daki pek çok ülke petrol bakımından zengin rezervlere sahip olsa da tatlı su kaynakları açısından oldukça fakir durumdadır. Bu nedenle Orta Doğu ülkeleri arasındaki anlaşmazlık- ların en büyük nedenlerinden biri sudur. Örneğin Golan Tepeleri’ndeki zengin su kaynakları, geçmişte İsrail-Suriye arasında çatışma nedenlerinden biri olmuştur. Orta Doğu’da Asi, Dicle ve Fırat nehirleri gibi sınır aşan akarsuların paylaşımı bölge ülkeleri arasında sorunlara neden olmaktadır. Yaşanan siyasi an- laşmazlıklar, suyun paylaşımına stratejik bir özellik kazandırmış ve su kaynaklarına sahip olmak siyasi ve uluslararası bir sorun hâlini almıştır.

Türkiye-Suriye-Irak arasındaki ilişkiler 1920-1960 yılları arasındaki dönemde olumluydu. Bu yıllar- da Fırat-Dicle nehirleri ve kollarının fazlaca tüketilmesine neden olacak büyük projelere başlanma- mıştı. Dolayısıyla 1960’lı yıllarda, havzadaki suyun daha iyi yönetilmesi ve kullanılması için ortak bir anlayışın geliştirilmesine gerek duyulmamıştı. 1960’lardan sonra ise ülkelerin Fırat-Dicle nehirlerine yönelik su kaynaklarını geliştirme projelerini hayata geçirmesiyle ilişkiler bozulmuş ve su sorunu böl- genin gündemine yerleşmiştir. 1960’tan sonra Türkiye ve Suriye, Fırat-Dicle sularının enerji ve sulama amacıyla kullanımını olanaklı kılacak projeler geliştirmeye başlamışlardır. Türkiye’deki Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) ve Suriye’deki Fırat Vadisi Projesi, bu amaçla geliştirilen önemli projelerdir. Irak da aynı dönemde sulamaya dair yeni projeleri olduğunu bildirmiştir.

Türkiye’nin sınır aşan akarsuları olan Fırat ve Dicle nehirleri için Türkiye’nin görüşü ile Suriye ve Irak’ın görüşleri farklıdır. Türkiye’ye göre suya kaynaklık eden ülke ile suyun aktığı ülkeler arasında eşit egemenlik ve eşit paylaşım hakkı söz konusu değildir. Türkiye, Dicle ve Fırat’ın kendi sınırları içinde kalan kısımları üzerinde istediği şekilde faydalanma hakkına sahiptir. Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde kuracağı tesisler ile bunların önceliklerine Türkiye karar verir. Irak ve Suriye’ye göre Fırat ve Dicle nehirleri uluslararası akarsulardır, dolayısıyla Türkiye bu nehirler üzerinde egemenlik hakkına sahip değildir. Bu sular, uluslararası hukukun öngördüğü esaslar çerçevesinde üç ülke arasında yapı- lacak bir anlaşma ile adil bir şekilde paylaştırılmalıdır.

Türkiye, Orta Doğu ülkeleri ile bazı projeler gerçekleştirerek Orta Doğu’ya su sağlamayı amaçla- mıştır. Turgut Özal, GAP’tan da kaynaklanan siyasi baskıları azaltmak ve Orta Doğu’ya su taşımak için 1986’da Barış Suyu Projesi‘ni önermiştir. İki bölümden oluşan bu projeyle Seyhan ve Ceyhan havzalarının sularının bir dizi baraj, tünel ve boru hatları aracılığıyla Orta Doğu ülkelerinin kullanımı- na sunulması planlanmıştır. Projenin Batı ucu Suriye, İsrail, Filistin ve Ürdün’den geçerek Cidde’ye ulaşacak, 2650 km uzunluğa sahip olacak ve toplam maliyet ortalama 8,5 milyar doları bulacaktır. Doğu ucu Suriye’den ayrılarak Kuveyt, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi Körfez ülkelerine ulaşacak, 3900 km uzunluğa sahip olacak ve toplam maliyet 12 milyar doları bulacaktır. Barış Suyu Projesi, tamamlandığında dünyanın en büyük su taşıma projesi unvanını kazanacaktı. Fakat Orta Doğu’daki siyasi çekişmeler, Arap-İsrail çatışması ve ülkeler arası siyasi güvensizlik gibi nedenlerle proje rafa kaldırılmıştır.