XIX. yüzyılda Avrupa’da büyük ülkeler, gücü ve zenginliği çevre bölgelere hâkim olmakla eş değer görmüşlerdi. Ülkelerin gücü ve zenginliği sahip oldukları çevre bölgelere bağlıydı. Dolayısıyla coğrafi şartlar gereği yayılma ve egemenlik alanını genişletme şansı olmayan devletler güçlü devlet olama- yacaktı. Bu durum ülkelerin kendilerine uygun jeopolitik görüşleri benimsemesine yol açtı. Bu noktada dünyanın stratejik ağırlık merkezlerini saptamaya yönelik olarak ortaya atılan jeopolitik teoriler şunlardır:

Deniz Hâkimiyet Teorisi

Amerikalı Amiral Alfred Thayer Mahan (1840- 1914), bir devletin büyüklüğünün kıyılarının uzunluğu ve limanlarının özelliğiyle ölçülebileceğini, dolayısıy- la uluslararası ilişkilerin düzenlenmesinde ve dünya politikasının kontrolünde hâkim unsurun deniz ege- menliği olduğu görüşünü ortaya koymuştur. Mahan, ulusal yayılmanın denizlere yönelmesi gerektiğini, deniz egemenliğinin ABD’yi dünya egemenliğine gö- türeceğini söylemiştir. Mahan, kitabının “Elements of Sea Power” (Deniz Gücünün Unsurları) adlı bö- Deniz Hâkimiyet Teorisi lümünde bir ülkenin deniz gücü (Görsel 1.15) için şu altı faktörün etkili olduğunu belirtmiştir: Bir devletin denize olan coğrafi konumu, ülkenin fiziki yapısı yani ülkenin doğal kıyı şeridinin yapısı, coğrafi alanın fiziki ve beşerî coğrafyaya etkisi, nüfus gücü, toplum yapısı, ülkelerin yönetim yapısı.

Mahan’ın “Güç denizlere egemen olmakla kazanılır.” politikasına ilişkin eserleri ABD, İngiltere, Japon- ya ve özellikle Almanya’da büyük ilgi görmüştür. Bu nedenle II. Wilhelm zamanında Almanya, dünyada büyük güç olabilmenin yollarını denizlerde aramaya yönelmiştir.

Mahan, dünya hâkimiyetinde Rusya kara gücü ile İngiliz deniz gücü arasındaki mücadelenin devam ettiğini belirterek bu çatışma ve mücadelenin Asya’nın 30 ve 40. paralelleri arasında (Mançurya’dan Türki- ye’ye kadar olan bölge) kalan mücadele bölgesine hâkim olma amacına yönelik olduğunu iddia etmiştir.

Eserlerinde ülkelerin uluslararası ilişkilerinde ticaretin büyük öneme sahip olduğunu belirten Mahan, dünya üzerindeki savaşların dünya ticaretinde mümkün olduğu kadar çok avantaja sahip olmak için yapıl- dığı iddiasında bulunmuştur. XVII, XVIII ve XIX. yüzyıllar üzerine yaptığı incelemeler sonunda Mahan’da, dünya üzerindeki tarihsel uğraşların genellikle denizlerin kontrolü için yapılan sürekli bir mücadele olduğu kanısı oluşmuştur. Bu kanıyla “Dünya egemenliğinin anahtarı deniz yollarının kontrolündedir.’’ tezini orta- ya atmış ve savunmuştur.

Kara Hâkimiyet Teorisi

İngiliz Halford J. Mackinder, XX. yüzyıl başlarında jeopolitik anlayışa deniz egemenliğine karşılık kara gücünü ön planda tutan yeni bir görüş getirmiştir. Mackinder bu teorisinde denizlere egemen olma çağının artık önemini kaybettiğini, yeni uluslararası sistem içerisinde dünya egemenliğini kara güçlerinin sağlayacağını savunmuştur. Bir devlet için coğrafi açıdan en uygun yerin merkez bölgesi olduğunu Kara ordusu düşünen Mackinder, kara gücünün ortaya çıktığı merkezi ise Avrasya’nın iç bölgesi olarak görmüştür. Mackinder, burası için ilk olarak Geographical Pivot of History [Ceografikıl Pivıt of Histori (Tarihin Coğ- rafi Mihveri)], daha sonra Heartland [Hartlınt (kalpgâh)] adını kullanmıştır. Mackinder; Asya, Avrupa ve Afrika’nın dünya adasını oluşturduğunu, diğer kıtaların dünya adasının uyduları olduğunu belirtmiştir.

Doğuda Sibirya, batıda Volga, kuzeyde Buz Denizi ve güneyde Himalayalar ile sınırlanan alanı Heartland olarak kabul eden Mackinder, daha sonra bu sınırları genişleterek Rusya’nın Avrupa’daki topraklarının tamamını merkez bölge içinde mütalaa etmiştir.

Merkez bölgesini kontrol eden iki önemli kuşak vardır:

1. İç (Kenar) Kuşak: Merkez bölgesinin çevresinde Almanya, Avusturya, Balkanlar, Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan ve Çin’i kapsayan kuşaktır.

2. Dış (Kenar) Kuşak: İngiltere, Kuzeybatı Afrika, Avustralya, ABD ve Kanada’dan oluşan kuşaktır. Mackinder’a göre Doğu Avrupa’ya hâkim olan, merkez bölgesini; merkez bölgesine hâkim olan, dünya adasını; dünya adasına hâkim olan, dünyayı kontrol eder.

Mackinder’ın Heartland teorisini en çok benimseyen ülke Almanya olmuştur. Ayrıca bu jeopolitik görüş Nazizmin üstün ırk felsefesiyle de desteklenmiş ve bu anlayışlar II. Dünya Savaşı’nda uygulamaya geçirilmiştir.

Hava Hâkimiyet Teorisi

II. Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilen teori- nin temellerini Albay Harry A. Sachaklian atmıştır. Teori, hava gücünün kara ve deniz gücünden üstün, onları kuşatan, ayrıca bu iki gücün etkisinde olduğu kadar onları etkisi altına alan bir güç olduğu esasına dayanır. Teorinin temel felsefesini ‘‘Havaya hükmeden bir millet, tüm dünya- ya hükmeder. Bu sebeple havacılıkta üstün olmak gerekir.’’ düşüncesi oluşturur.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan Vietnam Savaşı, Panama ve İran krizleri, Körfez Savaşı ve ABD’nin Irak’a müdahalesi gibi bölgesel kriz ve savaşlar, dünya politikası ve stratejisi içinde üstünlük kurma ve bu üstünlüğü sürdürme konusunda hava gücünün önemini ortaya koymuştur. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve hava gücüne dayanan bu yeni egemenlik kavramı hızla gelişmeye başlamıştır. Deniz gücünün kara gücüne direkt etkisi sınırlıdır, bu sınırlılık hava gücünün kullanımıyla aşılır hâle gelmiştir. Hava gücü, deniz gücünün dayandığı hareket kolaylığından daha fazla bir serbestliğe ve onun ulaşamayacağı noktalara erişme gibi üstünlüklere sahiptir. Hava araçları, devletlerin doğal güvenlik alanları kabul edilen çöl, dağ, deniz gibi engelleri kolayca aşabilmektedir.

Hava gücünün üstünlüğüne dayalı görüşün en güçlü savunucuları ABD ve İngiltere’dir. ABD ve İngiltere, tüm Orta Doğu’yu kontrol altında tutmak amacıyla Akdeniz’de ve Hint Okyanusu’nda hava üslerine sahiptir. Bu üslerde sürekli hareket hâlinde bulunan uçak gemileri bulunmaktadır.

II. Dünya Savaşı sonrası araç teknolojisinin (havacılık, balistik ve uzay teknolojisi) hızla gelişmesi ile ortaya çıkan yeni savaş sistemlerinin (nükleer, termonükleer, lazer silah teknolojisi) kurulması, jeostrateji alanında gelişmelerin olmasını sağlamıştır. Bu gelişmeler hava hâkimiyeti ile beraber uzay hâkimiyeti kavramını doğurmuştur.

Uzayın gözlem, haberleşme ve istihbarat sistemlerinin yanında antibalistik sistemlerin yerleştirilme- sine yönelik olarak da kullanılması ABD ile SSCB arasında ciddi bir rekabet alanı oluşturmuştur. ABD ile giriştiği bu silahlanma yarışı SSCB’nin çöküşünde önemli bir etken olmuştur.